Feeds:
Posts
Comments

Bugün 10 Nisan Pazar günü; 2022 yılının 100. günü. Bu hafta sonu doğa etkinliğimi yine Ergün Erdem hocanın Yeni Rota’sıyla yapacağım. Yeni Rota bir mukavemet grubu, uzun mesafe yürüyen, her tür araziye çekinmeden giren, çıta yükselten, mobilitesi yüksek atak bir grup!

Ergün Erdem

Yürüyüş yazımdan önce geçmişe kısaca bakacağım. 10 Nisan 1919 Emiliano Zapata’nın ölüm günüdür. Meksika Devrim lideri Zapata’dan birkaç söz alıntılayarak bugünkü etkinliğimizin bir tasvirini yapacağım.” Güçsüz halklar güçlü liderler çıkarır, güçlü halklarınsa lidere ihtiyacı yoktur. Evet, oldukça güçlü bir söz! Ve bir söz daha: “Yurda ve halkın özgürlüğüne düşman olanlar, her zaman halkın soylu davası uğrunda kendilerini feda edenlere haydut gözüyle bakmışlardır.”

Çeşme Başı Sohbet

 Bu haftaki yürüyüşün oldukça uzun bir isim serisi var, çünkü uzun bir rota! Öncelikle Sarı’nın yerinde kemik çorbasıyla huzur bulduktan sonra Kızılcahamam Kırköy yakınlarındaki Bayırköy’e gideceğiz. 1350 rakımdaki küçük bir köydür burası. Sonraki hedef Bayırköy’ün güneydoğusunda bulunan 1250 rakımdaki Balcılar köyü. Bu mesafe kuş uçuşu 7,5 km’dir.  Daha sonra yine güneydoğuya devam ederek Otacı Mavi göle ulaşacağız, 1645 rakımdadır bu göl. Bu da kuş uçuşu 3,5 km’dir. Bu kez yönümüz değişecek ve kuzeydoğuda kuş uçuşu 4,5 km’de Yıldırım Evci göletine ulaşacağız. Sırada kuş uçuşu 2,5 km güneydoğuda bulunan 1516 rakımlı Çubuk Karagöl! Ardından yine kuş uçuşu 3,5 km güneybatıda yer alan 1722 rakımlı Yaylak Göleti ve nihayetindegüney doğuda bulunan 7 km kuş uçuşu uzaklıktaki Durhasan köyüne ulaşacağız! Durhasan köyü Kavşakkaya barajının hemen yakınındadır. Toplamda 28,5 km kuş uçuşu var, yani rahatlıkla 35 km üzerinde, inişli çıkışlı, ciddi bir efor gerektiren, Yeni Rota klasiğine uygun bir mesafedir bu.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPUpzvqt4HMISIW0ePwYjx4wg4l5JLCOxybDGb-QEMcHGcFzwJR1PcWHap6H6vkkg?key=OVM0T2ZOLVBvYlVEZFFFeUNTRWtNN2t4T3FkQ0NR

Bugün Sarı’nın yerindeki yemek-çay molamızdan sonra doğruca araziye intikal ettik ve tabii arazi de bize intikal etti doğal olarak! Sabah 7.39 gibi oldukça erken bir saatte 1390 rakımdan Bayırköy’ün hemen kuzeyinden uzun yürüyüşümüze başladık. Hava gayet güzeldi; hafif bulutlu ve serinceydi. Hemen hemen bütün yol boyunca güney doğu istikametinde yol aldık.

Ertan Doğmuş

Yükseklerde karlar görülebiliyordu, yama şeklinde. Her yer domuzlar tarafından deşilmişti; mübarek domuzlar sanki domuz değil tarla süren traktörler gibiydiler! Tarla fareleri de güzel ve yüzlerce tünel açmışlardı, düşmanlarına karşı iyi bir savunma sistemidir bu. Güneye bakınca karlı ve heybetli Köroğlu dağlarını görebiliyorduk. Mükemmel konik biçimli bir dağ da bize sanki insan yapımı havası vermişti. Eski zamanlarda krallar için böyle devasa dağ biçimli mezarlar yapılırmış, içlerinde de mutlaka hazineler olurmuş. Işık dağı, çiğdemler derken uzaklardan güneydeki Kurtboğazı barajını da gördük.

Sabah 8.53 olduğunda 3,5 km yol almış 1769 rakımlara çıkmıştık, 1 saatten az bir sürede hemen hemen 400 rakımlık sağlam bir yükseliş gerçekleştirdik, helikopterlerin hızlı irtifa kazanımları tarzı tempolu bir çıkış oldu! Bu rakımlarda karda çamurlu ayakkabılarımız temizlendi. Yeni açmaya başlayan Arap Sümbüllerine rastlıyor, onlara Arapça merhaba deyip yola devam ediyorduk; zaman zaman esen serin rüzgârda polar giyiyorduk sonra çabucak çıkarıyorduk. Bugün vadi ve kuytuluklarda yandık, piştik, güneş etkiliydi.

Ökse otlarıyla sarılı ağaçların yanlarından geçiyor, sulak zeminlere batıp çıkıyorduk. Etraf her yer volkanik taşlarla doluydu ve bazen yere bakmaktan etrafa bakamıyorduk! Kayalar lav demir ne varsa birbiriyle eriyip kaynaşmış müthiş sert ve sağlam hale gelmişlerdi, bazen kalem inceliğindeki bir taşı bile koparamıyorduk! Civar, kanyonlarla doluydu. Sırt yerine vadilerden de rota çizilebilirdi ama vadiler, kanyonlar hep sürprizlerle doludur, yol bir anda bitebilir ve bir şelale yüksekliğiyle önünüzü kesebilirdi.

Uzaklardan Balcılar köyünü gördük, zaten oraya doğru yönelmiştik. Ökselerle kaplı ağaçlar, çalılara takılmış tiftik keçisi yünleri derken iyice kayalık bir yere geldik. Biraz labirentimsi yanı vardı buranın. Bazen bir anda yol bitiyor, alternatif yol arıyorduk, güzel bir oyun gibi. Geyik dışkılarına rastlıyor, sık meşelikler içinde ilerlemeye çalışıyorduk; bazen ince dallar gözümüze tokat atıyorlardı. Böyle mücadele içindeki yürüyüşü seviyorduk. Bütün kaslar çalışıyordu. Vücudu elma, muz, su takviyesiyle diri tutuyorduk ve bazen de Ayhan hocanın yemiş torbasıyla enerji alıyorduk. Ben, bitter çikolatayla canlanıyordum.

Gizli kalmış yerlerde gizemli çeşmeler karşımıza çıkıyorlardı; insanın oraya hamak atıp yatası geliyordu. Ahmet hoca oturmayın yoksa kalkmak zor olur diyordu! Sular bulanıktı, taze eriyen kar sularıydı bunlar. Bir süre sonra Balcılar köyüne ulaştık; bu köyde hiç arıcılık yokmuş, Bal sadece bir kelimeydi burada! Ama “tilkicilik” vardı! Köyün dağdan taraf girişine ölü tavuk asılmıştı; tilki gelecek sonra köylü tilkiyi vuracak ve kürkünü satacak! Yurdum insanın çok ahlaki para kazanma metodu! Tilkinin doğada oynadığı rolü bilse belki tilki avından vazgeçerdi!

Köyün yaşlıları nereden gelip nereye gittiğimizi soruyorlardı. Bakırköy’den Çubuk’a gitmek delilikti; ama köyde kös kös oturmak akıllı işiydi!! Yıkılmış sac sobalar, harabe evler, tiftik keçi ahırları, canından bezmiş köpekler, bazalt sütunları gördük ve hiçbir köpeğin havlamadığı bu ilginç köyden ayrıldık. 1250 rakımlardan 1650 rakımlara doğru sırtları kullanarak tırmanmaya başladık. Uğur böcekleri bu çorak araziye güzel bir renk katıyorlardı. Bu bölümde yükseldikçe güneş yaktı; buz gibi çeşmelerde yüzler yıkandı.

Artık ormanlık bölgedeydik; ormanı özlemişiz ve belki orman da bizi özlemişti. İşin doğrusu da şu ki her kim doğayı kalben sever, doğa da onu severdi! Vadilere doğru tepelerden hızla karlar eriyor, Kaçkar bölgesi derelerini andıran bir görüntü ve suların enfes melodisi ortaya çıkıyordu. Saat 13.30’da öğle yemeği için sulak bir yerde mola verdik. Ertan’ın ikram ettiği tuzlu siyah zeytinler yendi; etli sarma ve Hacıbaba su böreği yendi. Tatlı niyetine de bitter çiko, ama keşke fıstık ezmesi olsaydı! Yolun yarısındaydık, 15 km yürümüştük. Durhasan köyüne gidiş biraz zorlaşmıştı çünkü Durhasan köyüne gidişimiz 40 km demekti, geceye kalmak demekti. Yeni Rota esnek bir grup; planlarını akılcı bir şekilde çabucak değiştirebilen bir grup ve öyle de yaptı!

Mehmet Murat ildan – A Photo by Ergün erdem

Mola bitti; hedef Otacı Mavi göldü. Oraya gittik, göl yeşildi! İşte hayat bu, mavi beklersin yeşil çıkar, kırmızı beklersin, mor çıkar! Bunlar elbette göl değil yapay göletlerdi. Yüzülebilecek ölçüde temizdiler. Orman içi çok çalı çırpı dal vardı, çatır çutur ses çıkararak yürüdük. Uzunca bir yürüyüşten sonra Yıldırım Evci göletine geldik ki ben buraya herhalde en son 15 yıl önce gelmiştim! Ortada mangalcılar yoktu; insansızlığın sessizliği ve doğallığı vardı. Gölde batan güneş parıldıyor, yaşamın en sihirli anları yaşanıyordu. Gölün 3te 1i halen buz kaplıydı. Karşıda bir bölümü yanmış ormana baktık; orayı yakan ve genelde Dünyayı yakan şey hep cehaletti! Aptalın teki mangal yakmış, muhtemelen iyi söndürmemiş ve sonuç yok olup gitmiş yüzlerce ağaç!

Ve nihayet Karagöl yakınlarına ulaştık. Durhasan köyüne en az 10 km daha vardı. Ergün hoca bugün grubun yemek durumunu ve kararmakta olan havayı göz önüne alarak 10 km’yi iptal etti, Yaylak göleti de es geçildi. Herkes açtı, iftar öncesinde açık olan bir lokanta bulduk, Ahmet hocanın meşhur köftecisi ise kapalıydı. Başarılı kuşbaşı yapan Çelebi İbişoğlu Et Lokantasında epeyce yendi içildi. Yozgatlı usta göçüp gitmişti ama oğlu burayı yine babası gibi başarılı bir şekilde yönetiyordu.

Bir yürüyüş de böylece bitti. Hasan Dağı çıkışından daha fazla bir çıkış yapıldı. Eğer bir gün insanoğlu sonsuz bir yaşama kavuşursa onu sıkılmaktan alıkoyacak şey kesinlikle sonsuz maceralara atılmak olacaktır! Ve son olarak şunu da ekleyeyim ki vatanı sevmenin en güzel yollarından biri vatanı yürüyerek dolaşmaktır, çeşmelerinden su içmektir, taşlarına basmak, çiçeklerini görmek, ağaçlarına dokunmak, çobanlarını, sürülerini, patikalarını tanımaktır, yosunlarını koklamak, dikenleriyle kanamaktır!!

Etkinlikte emeği geçen herkese teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Bu kez değişik bir grup, Elazığ yöresinden diyeceğim ama hayır Tuva Cumhuriyeti! Huun Huur Tu – Chiraa-Khoor

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Bugün 7 Kasım Pazar, 2021 yılının 311. günündeyiz ve iklimin halen ılıman olduğu bir sonbahardan geçiyoruz, en azından yarın yürüyeceğimiz bölge sıcakça görünüyor. Birazdan yürüyüş güzergâhımız hakkında bilgi vereceğim fakat öncesinde çoğu kez olduğu üzere tarihe bir bakış atacağım çünkü geleceğin pek çok yol haritası geçmişte gizlidir.

7 Kasım 1879, yani 142 yıl öncesi 1917 Rus devriminin dev isimlerinden biri olan Lev Troçki’nin ölüm günüdür; Troçki, Kızıl Ordu’yu da kuran kişidir, yaşam hikâyesinin sonu hüzünlü bitmiştir, Stalin tarafından Meksika’da suikasta kurban gitmiştir, epey bir süre de İstanbul’da kalmıştır. Onun oldukça ünlü sözleri var, bunlardan birkaçını buraya aktaracağım: “Bırakın din adamları başka bir dünya vaat etsinler. Biz cenneti yeryüzünde kuracağız.” Bir başkası şöyle: “Yalnızca Burjuvazi için parlayacaksa, güneşi de söndürürüz.”

Yıllar önce sıcak bir yaz ayında Bertram D. Wolfe’un Devrim Yapan Üç Adam kitabını okumuştum, bin sayfaya yakın uzunca bir kitaptır bu, burada Troçki de yer alır ve siyasete girip de bu tarz önemli kitapları okumamış siyasetçilerden hiçbir şey olmaz! Milletvekili adaylarına şunları, şunları okudun mu deyip okumamışlarsa gidip kumda oynamalarını tavsiye etmek gerekir ve bahsettiğim kitap da bunlardan biridir!

Şimdi yeniden asıl konumuza dönelim! Bugün yine Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yürüyeceğim. Doğada uzun mesafe yürüyen ciddi bir yürüyüş ve mukavemet grubudur Yeni Rota. Gidilmeyen yerlere gider, geçilmeyen yerlerden geçer, inilmeyen yerlere iner.

Bugün yürüyüşümüz Gürbüzler köyü civarlarındaki 330 rakımlı orman işletmesinden başlayacak, burası Zonguldak’a sadece 43 km uzaklıktadır. Hedefimiz Mengen’in 810 rakımlı Çubuk köyüdür. Çubuk köyü Dorukhan tüneline de oldukça yakındır. İki köy arası kuş uçuşu 18 km’dir ancak bugün biz sağdaki bölgeden iki köy arasında bir yay çizerek yürüyeceğimizden, Yenice Ormanları Bölgesi’nden geçeceğimizden muhtemelen 30 km üzerinde yürüyeceğiz.

Devrek-Yenice arasında Zonguldak’a giden yolun sağ tarafı oldukça bakir bir bölgedir, gerçek bir doğa tapınağıdır, yoğun ormanlık alandır ve biz bu soyut bölgede yürüyeceğiz. Bölgede çok sayıda orman yolu vardır, yollar karmaşıktır; bölgede kaybolan kişinin batıya doğru yürümesi ya da Ergün hocanın dediği gibi dereyi takip etmesi tavsiye edilir çünkü batı yönü ve dereler mutlaka D750 denen Zonguldak yolunu keser.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipOMNbsH5dW6lxEha6xd5lbTkx_-8tgm2vusf1BXEWjMgS6vIcORSmcAOsYn9hgytA?key=dl9DRTdRc0JITVo2SEZINFAxemdtZW92VjFhM1Fn

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto saatimin kaydettiği bilgilerin linkini aşağıya aktarıyorum:

https://www.suunto.com/move/mehmetmuratildan/618803351feded2e6785da51?fbclid=IwAR3PZBH4RIq898Bp84Xw8EjvQm-swqFGMoYs_Do6Tmb4x4lGD7R6I_7TB_E

Yeni Rota, gidilecek mesafeler uzakça olduğundan erkenden yola çıkan bir gruptur. Bu sabah da yine çoğu insan yatağında rüya görürken ya da memleketin genel halinden dolayı kâbus görürken, güneş henüz ortalıklarda görünmezken şehrin hayaletleri gibi yola çıkıp doğruca Huzur Lokantası’na, Sarı’nın yerine gittik. Ortalık henüz karanlıktı, sabahın yemekleri bile henüz çıkmamıştı. Geçen sefer olduğu gibi henüz soba kurulmamıştı!

Kahvaltıdan sonra doğruca yürüyüş bölgesine intikal ettik ve sabah 8.23’te yürüyüşe başladık. Önce güneydoğuya yürüyüp sonra da güneybatıya dönerek yürüyüşü tamamladık. 15. Km’de yürüyüşte bir sol el bilek incinmesi/çatlaması ya da muhtemelen kırılması olayı yaşanınca Ergün hoca asıl rotayı 10 km kadar kısalttı ve 10 km daha yürüyerek toplamda 25 km yürüyüp yola indik.

Hava serinceydi; vadiden dolayı epey bir süre güneşi görmedik. Devasa kayın ağaçları sarmaşıklar tarafından işgal edilmişlerdi. Orman kokusu iyi bir şarap kokusu gibi başları döndürdü. Ormanın güzelliklerini algılayan bir insan için orman başlı başına bir mutluluk kaynağıdır.

Karışık ormanda her türden ağaç görüyorduk; sanki bir müzede kıymetli sanat eserleri izliyor gibi bir sağa bir sola bakarak ilerliyorduk. Eller üşüyünce bir süre ceplere giriyordu. Zorlu bir araziydi; uzun yol almanın en iyi yolu orman yollarında tempolu yürümekti.

Ormanda nem oranı yüksekti. Tepeler hafif sisli pusluydu. Kimse konuşmasa sadece yaprak hışırtıları duyulacaktı. Orman işçilerini taşıyan birkaç araç geçti. Orman işçilerinin yanlarından “memleket nere?” şeklindeki sorularla geçiyorduk. Bu memleketçilik de bu toplumun bir sığınma yeriydi! Yol boyunca dizilen kütüklerin üzerlerinde büyükçe örümcekler görüyorduk!

Sobası tüten barakaların yanlarından geçerken belki de doğanın en güzel anlarını yaşayanların bizzat bu işçiler olduklarını düşünüyorduk. Muhteşem kayın ağaçlarından kesilenler falancanın filancanın evine mobilya, şöminesine odun olmak üzere traktörlerce çekiliyorlardı.

Elma, muz, orcik, fındık, vs atıştırmalıklarla yürüyor, altlarındaki toprak kayıp gitmiş olsa bile açığa çıkmış kökleriyle adeta havada duran ağaçları hayretle izliyorduk. Karaca, geyik izlerine rastladıktan sonra 400 rakımlık bir yükseliş için dere rotasına girdik. Ergün hoca bu aksiyonlardan 2 kez daha faydalanacağımızı söyledi. Zemin kaygandı, kayalıktı. Hakan bana güzel bir sopa verdi ve bu sopayla minimum kayma yaşadım, batonu hiç aratmadı. Bu kütüklü yol bizi epeyce terletti. Yukarıda sırta çıktık. Saat henüz 10.45 iken 8 km’leri aşmıştık. 1023 rakımlara kadar çıktık.

Sırttan inişe geçmiştik ki yukarıda bahsettiğim “bilek” olayından dolayı asıl rotamız iptal edildi. Sağlık işleri her şeyden önemli olduğundan artık hedef yola varmak oldu. Güneş, ormanı ve bizi iyice ısıttı, sanki bize bir büyü yaptı. Uzaktaki titreyen kavaklar da altın renklerinden dolayı gerçekten göz kamaştırdılar. Renk cümbüşü arasında ana mola yerimize ulaştık.

Sucuklu sandviç ve Hacıbaba böreği yendi; Koray hoca Selanik kurusu verdi, Atıf pestil verdi, Ahmet hoca fındık verdi, iyice enerji alındı ve bir küçük şelaleye doğru iniş yapıldı. Burası gerçek bir huzur bölgesiydi. Yerde ayı ve karaca izleri vardı. İnsanoğlunun bütün o telaşından, ahmak hırslarından, bütün o küçüklüğünden burada hiçbir iz yoktu; burası doğanın bilge cennetiydi. Pazar gününü AVM’lerde geçirenler, şehir hayatının bu bahtsız köleleri buradaki kutsal tapınağın güzelliğini hiçbir zaman anlayamazlar. Burada bir ateş yakılsa, gece dolunay çıksa, baykuş ötse, bütün bunlar doğanın muhteşemlikleridir!

Güneş bugün bizi iyice yaktı; muşmulalar görüldükleri yerde yendiler. Aşağıdaki derenin derinlerinde çatırtılar duyduk ki kesinlikle bir ayıydı bu. Az sayıda çeşme, az sayıda kuşburnu ve nemden siyahlaşmış mantarlar gördük. Bu bölgedeki orman yollarında 1000 km rahatlıkla vardır ve Bolu-Ankara illerindeki korkunç nüfusa rağmen orada olan sadece bizlerdik! Yürüyüşümüzü Devrek Orman İşletmesi Davurga Bölgesi’nde bitirdik.

Geçmişte Yahya Kabak hocanın şu sözünü hatırladım ve hatırlatayım: “İyi ki geldik, iyi ki buradayız!” Orman bizi dinlendirdi, gözümüzü şenlendirdi, kaslarımızı çalıştırdı. Orman bize hep verir, tıpkı bir iyilik perisi gibi! Ormanın sihrini yaşamak, biz insanoğullarının varoluş içinde sahip olduğu en değerli hediyelerden biridir.

Ergün hoca her zamanki gibi yine harika bir rota seçmiş. Etkinlikte emeği geçen herkese teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kajra Re, güzel bir Hint şarkısı, popüler sanatçı Aishwarya söylüyor.

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

Bugün 5 Ocak 2020, Pazar günü. 360 gün gibi çok kısa bir sürede bu yıl da tarihe karışacak ve aslında zamanın hızına bakarsak çoktan karıştı bile! Bazen bir ışık parlaması olur, şimşek çakmıştır, sesi sonradan kulağa gelir, işte bu da böyledir; yıl parlamıştır ve kaybolmuştur ama biz gecikmeli olarak bunun farkına varırız!

2

Geçmişte ne olmuşa bakınca, bugün olan şeylerin aslında geçmişte olan şeylerin sadece ismen farklı versiyonları olduklarını görebiliriz. Mesela 1989’da ABD iki Libya uçağını düşürmüş ya da 1854’te San Francisco’da buharlı gemi batmış ve 300 kişi ölmüş, 1919’da Alman işçi partisi kurulmuş, falan yerde şu olmuş filan yerde bu olmuş, bütün zamanlarda sanki aynı şeyler olmaktadır! O yüzden haberlerle çok da fazla ilgilenmemek gerek, zamanın lokal meseleleridir bunlar! Kasim Süleymani öldürülmüş, ee ne olmuş, evrensel bakış açısıyla bakınca böyle lokal konuların esamesi bile okunmaz! İnsanlar zamanın anlamsız haberlerinin peşine takılıp zamanlarını yok eden tuhaf canlılardır! Önemli, anlamlı diyebileceğimiz haberler nedir? Mars’ta yaşam bulundu veya kanser tarihe karıştı ya da insanoğlu Ay’da üs kurdu veya geçmişe bakarsak antibiyotik bulundu, aşı icat edildi vs. İşte bunlar haberdir, gerçek manada değer taşıyan haberdir bunlar!

Şimdi bugünkü rotamıza gelelim: Başlangıç noktamız Kızılcahamam Bulak yakınları olacak; 1060 rakımlıdır burası. İlk hedefimiz kuş uçuşu 6.5 kilometre uzaklıktaki ve 1380 rakımdaki Çamkoru gölü olacak. Oldukça iniş çıkışlı bir bölgedir burası o yüzden genel olarak sırtlar ya da yan geçişler kullanılacak ve elbette iniş çıkışlar kaçınılmaz olacak.

14

Bu göletten sonraki temel hedef kuş uçuşu 4.5 km uzaklıkta bulunan Aktaş Yangın kulesine yöneleceğiz ki burası da yaklaşık 1854 metrelik bir rakıma sahiptir. Ben Pınar Tepe Yangın kulesiyle bu Aktaş’ı karıştırdığım için yol boyunca sürekli yanlış hesaplamalar yaptım çünkü Pınar Tepe en az 40 km kadarlık bir yürüyüş mesafesi yaratacaktı!

DSC06637

Bugün 28.5 km yürüdük, ancak ilk yarısı oldukça sıkı bir rotaydı ve etki olarak ayaklarda sanki 40 km yürümüşüz izlenimi bıraktı. Zaten toplamda 1267 metre çıkış yapmışız ki bu çıkış dağ-zirve çıkışları kategorisindedir. Etkinlik 9 saat 14 dakika sürdü, toplam 20 dakikalık mola hariç hep hareket halindeydik; benim GPS’in pili 2.5 km kala bittiği için bu etkinlik zamanı üzerine daha da eklemek gerekir.

Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubunun linklerini aşağıya veriyorum. Kışın ve de yazın Türkiye’de en sıkı, en sıra dışı yürüyüşleri yapan grup işte bu gruptur!

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipOskIJslLEB10XfZeYtywReGXrA4xOn_WUKJlQV0oH3sf1LcddFaxik6J0_ifvrlA?key=akVPeFhqOU1vdGVfVVdGZjBZTHJHUno3TUNlY1BR

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto saatimin kaydettiği bilgilerin linkini aşağıya aktarıyorum:

http://www.movescount.com/moves/move322234639

Kızılcahamam ve Çamlıdere bölgeleri için hava durumu şöyle: En yüksek 1 derece görünüyor. Sabah 8.13’de güneş doğuyor ki hava bulutlu olacağına göre pek güneş beklemiyoruz! Saatler 17.37 olduğunda da güneşimiz batacak! Bugün yaklaşık -5 derecelerde yürüdük; özellikle öğleden sonra pet şişelerdeki sular dondu.

34

Etkinlik her zamanki gibi Sarı’nın Huzur lokantasındaki kahvaltıdan sonra başladı. Hava kapalıydı; kar yoktu. Asa da yoktu; Osman, meşhur asasını getirmemişti o yüzden yürüyüşte bir mucize beklemiyorduk! Sabah 8.24 gibi çok erken bir zamanda 1049 rakımdan yürüyüş başladı ve yokuş çıkarak hemen ısınmalar gerçekleşti.10

Çam ve meşe ağırlıklı bir arazide sisler içinde ilerlemeye başladık. Güneş, yüzünü bize göstermek için çırpınıyordu sanki! Beyaz karla sarı meşe yaprakları birbirleriyle hoş bir renk uyumu kurmuşlardı. Yolda elma, siyah üzüm ve ceviz takviyesi yapılıyordu; yüksek rakımlarda da bitter çikolata ve tuzlu yer fıstığıyla enerji alınmaya çalışıldı. Sis bir yoğunlaşıyor bir kayboluyordu. Ahmet hoca zaman zaman dekor bitkileri topluyordu. Kar vardı ama miktarı azdı; kuşburunlarının dışı donmuştu fakat halen içleri yumuşacıktı.

30

Sisin arkasında güneş varsa işte o zaman en gizemli görüntüler ortaya çıkar ve çıkıyordu. Sanki bir kapı aralanır, ışıklar sisli karanlık yere doğru adeta akarlar.

81591461_2668959596486222_8775181337544884224_o

Devrilmiş sarıçamlar, terkedilmiş kuyular, yosunlu kayalar, ipince patikalar ve polarlara takılan öfkeli dikenleri geride bırakıp genel olarak yükseliyorduk. Güneşin ani çıkışı havayı hemen kısa süreliğine ısıttı. Toz kar henüz yürüyüşü zorlaştırmamıştı. Yere eğilip sıfır noktasından güneşe bakınca olağanüstü pırıltılar görülebiliyordu. Yürüyüşçüler sislerin arasında sadece birer gölgeye dönüştüler.

27

6 km yürüdüğümüzde 1500 rakımları geçmiştik. Arazi zorluydu; bazen dik çıkışlar vardı; bazen titrek kavakların aşırı yoğun olduğu yerlerden geçerken dallar kamçı gibi vuruyorlardı. Aşağı ovalardaki sis okyanusunu keyifle seyrederek volkanik arazide yürümeye devam ettik. Dizler ve baldırlar epeyce çalışıyorlardı bu rotada. Yukarı çıktıkça, buzdan likenlere rastlamaya başladık. Dallardan sarkan buzların güneşe rağmen erimemesi havanın en az -5 civarlarında olduğunu gösteriyordu.

DSC06641

1600 üstü sırtlardan Çamkoru gölüne doğru ilerliyorduk. Kar iyice artmıştı. 1700 rakımların beyaz mükemmellikleri bize yorgunluğu unutturuyordu. Kesilmiş kütükler, muhteşem kar manzaraları, avukatlardan oluşan bir yürüyüş grubu ve onlara eşlik eden köpekler geride kaldı, ama köpeklerden iki tanesi bizim gruba transfer oldu üstelik bir transfer ücreti almadan!

3

Kuş uçuşu 6.5 km olan mesafeyi 15 kilometrede aldık, arazinin dikliklerini yumuşatmak isteyince kıvrımlı yol aldık ve mesafe uzadı. Köprülüğü gitmiş sadece demiri kalmış bir köprüden geçerek Hacettepe üniversitesine ait terkedilmiş, ama halen camları duran bir tesisin içine girdik ve öğle molası verdik.

24

Saatler 13.30 ve rakım da 1382’ydi. Sucuklu ekmek yendi; peynirli sandviç yendi, Osman’ın dağıttığı çaylar içildi, Stanley termosların kalitesi bir kez daha görüldü ve yeniden yürüyüş başladı.

İlk etap yorucuydu; ikinci etap orman yollarından daha rahat ilerliyordu. Amacımız Aktaş Yangın Kulesiydi. Buradaki levha 16 km yazıyordu ancak biz kestirmeden çıkıyorduk. Kuleden sonra da Alakoç yaylasına geçecektik. Ergün hoca planları 6’da minibüste olmak üzere ayarlıyordu. Çok uzaklardan Kuşçular köyünü gördük, daha geride Avdan köyü vardı. Alacakaranlıkta bu köylerin ışıkları yanmaya başlamıştı.

37

1800 rakımlara çıktığımızda hava iyice soğudu. Ekibin mukavemeti, dayanma gücü iyiydi ve durmadan ilerleniyordu. Saat 16’ya yaklaşırken 21 km yürümüştük. Ve nihayetinde harabeye dönmüş Aktaş Yangın Kulesine çıktık. Rakım 1853. Benim karıştırdığım Pınar Tepe Yangın kulesi kuş uçuşu 10 km daha uzaktaydı! Yangın kulesine en yakın yayla Alakoç yaylasıydı ve biz de hızlıca oraya yöneldik. Alacakaranlık iyice bastırırken yayladaydık. Burada ayrıca Afşarlar ve Meşeler yaylaları var. Yaylalar sona ermiş ve buralar genel olarak hayvancılığın yapılmadığı yazlık evlere, yazlık apartmanlara dönüşmüşlerdi ve umarım yazlık gökdelenlere dönüşmezler.

8

Böyle yaylalara gece girmek hoştur; köpekler havlar, hatta tehdit ederler, evlerin titrek ışıkları sanki soğuktan üşüyorlardır; bazı evlerin ahırlarında birkaç inek olur, onların sesleri yankılanır, bazen bir kaz sesi ya da bir horoz sesi duyulur; yukarıda Ay vardır, hilal şeklinde hafif ışık huzmeleri yollar. Sobalar tütüyordur ve tüten dumanın bacadan çıkarken çıkardığı ses bile sanki duyulabilir! Tamamen doğal bu sesler biz şehirlileri fazlasıyla büyüler. Doğa yürüyüşçüleri geceye kalmaktan korkarlar ama tam da gece özellikle böyle yaylalardan geçerken çok enfes güzellikler sunar. Hep gündüz dolaşan, gecenin hazinelerinden mahrum kalır!

DSC06728

Uzun zamandır bizi takip eden köpeğe de sucuklu bir sandviç vererek yürüyüşü tamamladık. Tam bir mukavemet yürüyüşü oldu. Yürüyüşçüler yorulsa bile dayanıklı oldukları için durmadan yürüdüler. Böyle bir rotayı zaten Yeni Rota dışında bir grup göze alamazdı. 3 ilçeden geçtik. Bulak-Kızılcahamam ilçesi, Çamkoru-Çamlıdere ilçesi ve Bolu-Gerede ilçesi. İnsan geçmişe dönüp bakınca doğada yaşadığı zor olan etkinlikleri, maceraları hatırlar! Güzel bir yürüyüş oldu.

DSC06747

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle, başarılı bir sesle sonlandırıyorum: Ana Gabriel, Vamonos! Vámonos  Let’s leave this place, buralardan gidelim ya da gidelim anlamına geliyor.

https://www.youtube.com/watch?v=NXMLsNWKq44

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

DSC02484

Yılın 316. günündeyiz. Bugün 12 Kasım 2017. 49 gün sonra bu yıl da zamanın sonsuzluğunda kaybolup gidecek, yaşadıklarımız yaşanmamış gibi olacak, gördüklerimiz görmemiş gibi, duyduklarımız duymamış gibi… Ve hayatta böyledir, yaşadıklarını devam ettiremezsin, uçup gider…

Geçmiş, hafızamızda kalan bir rüyadan ve hatta bu rüyanın kırıntılarından başka bir şey değildir; gelecekse sadece yaşanma olasılığı bulunan bir başka kısa rüya! Ve yine bir rüya daha: Sonbahar! Bizler gökkuşağını hep gökte ararız, ayda yılda bir rengârenk gökkuşağı görünce sevinç çığlığı atarız ama sonbaharda ormanlar gökkuşaklarıyla doludur! Hep yukarı bakarsan aşağı kaçar, hep aşağı bakarsan yukarı kaçar; her yere bak!

yeniceyenirota

Uzun mesafe doğa yürüyüşlerine katılmayalı epey bir zaman oldu ve işte şimdi zamanıdır, yapraklar ülkesine bir merhaba deme, hiç düşünmeden doğanın içinde öylesine bir meditasyon halinde, ama her şeyin de farkında olarak, uçan sivrisineği de, solmuş yaprağın altına gizlenmiş mantarı da, halen yiyecek arayan minik bir karıncayı da ve gökteki soluk ayı da bir film şeridi gibi görerek yürüme zamanıdır!

DSC02530

Bu hafta sonu yürüyüşümüz Yenice Ormanlarında olacak, doğacıların mabedinde! Beton kafalıların yıllardır betona dönüştürdükleri bir ülkede Yenice Ormanları henüz bozulmamış bir mucize yeridir ve yaşayan herkesin mutlaka ziyaret etmesi gereken bir huzur alanıdır, bir kaçış yeridir, bir yeşil limandır, bir özgürleşme alanıdır; şehrin iğrenç hırslarından, aptalca telaşlarından sıyrılma mekânıdır, mevkileri, işleri bırakıp kendin olma yeridir.

DSC02451

Bu bölgeleri hiç üşenmeden sürekli ziyaret eden ve bu az ziyaret edilen harika ormanlara dair bir farkındalık oluşturan Yeni Rota grubuyla, Ergün Erdem hocanın ekibiyle yürüyeceğim bugün.

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Eski yoldan kahvaltı sonrası doğruca Mengen’e oradan da Devrek Gürbüzler köyü civarlarına gideceğiz ve 200 km kadar yol yapacağız. Bartın’a ve Zonguldak’a Mengen-Devrek  üzerinden bir yol var ve bir de Karabük-Yenice üzerinden bir yol var. Biz birinci yol üzerinde inip ikinci yola orman içinden uzunca bir geçiş yapacağız; bitiş noktamız Kayadibi köyü olacak. Genel olarak Kuzey-doğu yönünde yürüyeceğiz. Yaklaşık 327 rakımda yol kenarında ineceğiz. Tabii bugün hava karardığından dolayı rotayı daha fazla uzatmamak için Kayadibi köyü yerine hemen güneydeki Yamaçköye gittik…

DSC02486

Bugün için hava durumu oldukça olumlu görünüyordu ki gün içinde 20 derece sıcaklık görülebilecekti Devrek’de. Parçalı bulutlu bir hava vardı. Fakat hava durumu pek çok kişiyi yanılttı; oraya vardığımızda kapalı ve yağmur serpiştiren bir havayla karşılaştık ve esasen hiking için çok da uygun bir havaydı. Güneş çıksaydı daha güzel olurdu elbette; tıpkı üstat Goethe gibi bizler güneşi görmekten her zaman mutlu oluruz; Akdeniz insanı güneş insanıdır!

DSC02536

Bölgede yüzlerce orman yolu var ve biz sık sık trenlerin makas değiştirmesi gibi yol değiştireceğiz, değiştirmek zorundayız çünkü her yol sizi başka bir yere götürür, tıpkı hayatta olduğu gibi! Oraya saparsan şuraya gidersin; şuraya saparsan buraya gidersin! Her yolun farklı kaderi vardır ve hangi kaderi seçeceğin hayatta sana kalmıştır, sana aittir! Sana kaderin saptanmış diyene içinden gül, cevap bile verme!

DSC02505

Yazıma resmi olarak başlamadan önce geçmişe kısaca bir göz atacağım. 12 Kasım Fransız heykeltıraş Auguste Rodin’in doğum günüdür. Biz onu neyle hatırlarız? Düşünen Adam heykeliyle hatırlarız. Bir ülkenin ne kadar çok düşünen adamı varsa o kadar da sağlam bir geleceği var demektir! Eğitimi kötü bir ülke ancak düşünmeyen insanlar yaratır yani sadece bir ‘sürü’ yaratır ve sürüler çoban nereye sürerse oraya giderler! Bir ülkenin ihtiyacı olan tek şey düşünen kafalar ve bağımsız bireylerdir! Sürü kafalarla ve itaatkâr beyinlerle ancak cehenneme gidersin ve cehennem nedir? Cehennem geri kalmışlıktır, 130 yıl önce başkalarının ürettiği şeyi halen üretememektir, sanatsızlıktır, bilimsizliktir!

12 Kasım bize ayrıca sürekli unuttuğumuz bir şeyi, doğanın o muazzam gücünü hatırlatır: 12 Kasım 1939’da Erzincan’da deprem olmuş ve 33 bin kişi yaşamını yitirmişti. Akıllı ülkeler, böyle felaketleri birer milat kabul edip artık asla böyle bir şey yaşanmaması için her türlü çabayı gösterirler. Akıllı olmayan ülkelere gelince – aslında onlardan çok da bahsetmeye gerek yok ama – onlarınkinde tarih durmadan tekrar eder, bir deja-vu ülkesidir bu ülkeler, yani bu tür ülkelerde yaşayanlar hep ‘bunu önceden gördük’ hissiyatıyla yaşarlar! Sanki zaman işlemez, hep aynı şeyler mevcuttur adeta, hep aynı zamanlar, hep aynı yıkımları yaşayıp da yaşarlar, ne usanırlar ne de utanırlar!

Bugünden sadece bir gün önce 11 Kasımda doğmuş olan Fyodor Mihayloviç Dostoyevski’den birkaç özlü sözle yazıma başlayacağım:Acı ve ıstırap daima büyük bir zekâ ve derin bir yürek için kaçınılmazdır. Gerçekten büyük insanlar, sanıyorum ki, yeryüzündeki en büyük üzüntüye sahiptir.” Üstat’tan yine bir alıntı: “Ancak gençken yaşanabilecek olağanüstü gecelerden biriydi, sevgili okuyucu. Gökyüzünün aydınlığına, yıldızların parıltısına bakıp da “Böylesine güzel bir gökyüzü altında, gerçekten kötü insanlar, öfkeli ve hırçın insanlar nasıl bulunabilir!” diye düşünürsünüz. Bu düşünce yine gençlik düşüncesidir. Dilerim sizin yüreğiniz de olabildiğince uzun bir zaman genç kalsın.” Ve son söz: “Herkes gerçekte olduğundan daha sertmiş gibi görünmeye çalışır, sanki herkes açıkça dışa vurunca duygularıyla alay edileceğinden korkmaktadır.”

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipPv9UiYt8AxirJFJMbflpY7ige1to57dNuencPgqdQfTFCtgRPWo5jgFAu5j2fEQw?key=UWMzTkZaNFY5TzYwRG1lRTh2cWduaktXcTN3N05n

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move186065308

Bugün toplam olarak 31.04 km yürüdük, arabaların motor açması gibi biz de vücut motorlarını açtık. Hiking süremiz 9 saat 28 dakika sürdü. 1113 rakımlara kadar çıkıp 305 rakımlara kadar indik!

Sarının yerinde, Huzur Lokantası’ndaki moladan sonra Devrek civarında iki yerel doğacıyı da alarak doğruca Gürbüzler köyü yakınlarına gittik. Saatimiz 10.12’yi gösteriyordu. Hedefimiz 110 rakımdaki Kayadibi köyüydü. Bu köyün hemen Kuzeydoğusunda Kayaarkası köyü de vardır. Her iki köy de Filyos nehrine yakındır. Ayrıca Kale köyü ve Yamaçköy de vardır civarda. Civar köyler önemlidir çünkü rota değişirse bu köylere kolayca geçiş yapılabilir. Planlar hep alternatif planlar olarak yapılır.

DSC02548

Hava kapalıydı, fakat yürüyüş boyunca hiç panço giyilmese de pek fazla bir ıslanma olmayacaktı, serpiştirme şeklinde bir yağmur vardı. Reha hocanın yokluğunda Koray hoca ön tarafları kapmıştı.

Birkaç sevimli av köpeğine rastladık; yosunlu kiremitlerle kaplı çatıların yanlarından geçerek ormana girdik ve girer girmez yoğun foto çekimleri, selfiler melfiler başladı. Melfi nedir dersek, belki yeni bir kelime, selfi çekerken düşme olayına, çamura basma durumuna ‘melfi’ denebilir!

Devasa kayın ağaçları, ahtapot gibi kollarıyla göğe yükselmişlerdi. Ağaçların arasında sevimli evler görüyorduk. Koyu kahverengi yaprakların üzerine düşmüş sapsarı yapraklar sanki önceden özenle hazırlanmış dekorlar gibi duruyorlardı. Ergün hocanın bıçağı, telsizi ve denizci düdüğü hemen dikkat çekiyordu! Bu düdük rahatsız etmeyen hoş bir sese sahipti ki ben de kendime bundan bir tane aldım.

DSC02524

Az sayıdaki çeşmeden birinin içi yapraklarla doluydu, yapraklar ölünce sudan bir mezara girmişlerdi. Çantam ağırdı, çantamın boş ağırlığı bile fazlaydı. 3 elma ve 3 mandalinadan başladım ağırlık azaltmaya. Yollar harika kıvrımlar yapıyordu; burada güzelliklerin ardında bir yaşam mücadelesi de vardı, her ağaç ötekini geride bırakıp göğe yükselmek için çaba gösteriyordu çünkü güneş yukarıdaydı! Hiçbir ağaç fedakârlık yapıp öteki ağaç yaşasın demiyordu, dostlar bile gizli düşmandılar; hepsi ötekini geçmek için yarış içindeydiler! Ahmet hoca muşmula buldu mu hiç kaçırmıyor önden en iyileri topluyordu, ekşileri bırakıyordu!

DSC02543

Zehirli mantarlar zehirsiz yapraklarla örtülmüşlerdi. Yürüyüşte UMKE montlu bir arkadaş da vardı ve zaman zaman ‘sağlık sorunu olursa sorun değil umkeciler var’ esprisi yapılıyordu fakat sonradan öğrendik ki umkeci bir akrabası ona montu hediye etmiş!

Yolun her kıvrımı bittiğinde ayrı bir renk mükemmelliği karşımıza çıkıyordu. Papatyalar sanki yazda mıyız duygusu veriyor, sağda solda gördüğümüz şelalelerin tabanlarındaki küçük havuzlar da insanı yüzmeye, en azından şöyle yüzünü yıkamaya davet ediyorlardı. Pek çok şelale çektim ancak vadinin derinlerinde oldukları için bulanık çıktılar. Aslında onları aşağılara inip ziyaret etmek gerekiyordu!

Kıpkırmızı yaprakla yemyeşil bir yaprağın harika birlikteliği, farklılıkların yarattığı sinerjiyi hatırlatıyordu bize, zıtlar birbirlerini tamamlıyorlardı. Kuş sesleri duyuyorduk; Cihan hoca bize geyik ayak izleri gösteriyordu. Araçta da bize kocaman bir ayı dişi gösterdi; bu dişi ona Ergün hoca hediye etti. Bu ayılara implant yapılsa müthiş paralar gerekirdi! Saat 11’lerde henüz 4 km yürümüştük. O kadar çok çeşit mantar vardı ki hangisi çekilmeli şaşırıyorduk!

Maydanoza benzeyen otlar, sülüklere benzeyen kabuksuz sümüklüböcekler, sağda solda uçuşan sivrisinekler doğanın kıştan önce epeyce canlı olduğunu gösteriyordu. Küçücük göller okyanus havasında gururluydular.

DSC02454

Ağaç mantarları, kesilmiş kütükler, her şey öylesine doğaldı! İnsan yapımı bir şeyler görmemek tuhaf bir şekilde insanı mutlu ediyordu. Ve sonra aniden New Holland çıktı karşımıza! Ormancıların traktörüne ve yeşil boyalı karavan evlerine bakıp onlara özendik! Çünkü onlar şehirlilerin yaşamadıklarını yaşıyorlardı: Dolunayı, yıldızları, sabahın temiz sislerini, bir kurdun ulumasını hep onlar yaşıyorlardı. Şehirli romantizmi bile bilmez ki! Lüks restoranda bir mum yakınca onu romantizm sanır saftirik, halbuki romantizmin kralı ve özü doğadadır. Bir kuşun kanadından çıkan sesi dinlediğinde, o kanadın rüzgârıyla serinlediğinde bundan daha büyük bir romantizm olmaz!

Artık 6.5 kilometreleri ve 500’lü rakımları geride bırakmıştık. Renkli pançolarımızla biz de doğaya renk katıyorduk ve herkes saat 14’ü bekliyordu. 14 olunca neredeysek orada durup yemek molası verecektik. Cihan hoca Japon davul grubu Kodo üyesi gibi bir kütük bulmuş davul gibi yumrukluyordu onu! Kütüğün içi boş olduğundan hoş bir ses çıkıyordu.

DSC02510

Yokuş çıkıyorduk, açıklıklarda vadinin derinlerine bakıyorduk, üstat Sigmund Freud’un bilincin derinliklerine bakması misali! Ormancıların ağır balyozlarına da rastlıyorduk. Ve nihayet 1000’li rakımlarda 14.02’de öğle yemeği başladı. Sarımsaklı kıymalı börek, çay, az şekerli kek yendi. Yağmur çiseliyordu ama ağaç altına bir damla bile düşmüyordu. Üst üste yığılı kütükler bar masaları gibi kullanılıyordu sadece garsonlar eksikti ve belki biraz da Jaz müziği. Armut pekmezleri ikram edildi. Daha da sararmış yollarda yürüyüşe devam ettik.

Ayı pislikleri gördük; vejetaryen beslenmişti ayı! Sonbahar yaprak döker, kuşlar da tüy dökerdi ve zaman zaman bu ikiliyi bir arada görüyorduk. Tüy bize her zaman tüy kalemi ve edebiyatı hatırlatıyordu. İnsanın böylesi güzel bir doğada “Sturm und Drang” (Coşumculuk)  akımına kapılmaması zordu. Orada olay sadece bir kağıt bir de kalemdi ve gerisi akış halinde gelirdi zaten…

Bazen iyice çamurlara batıyor ve ayakkabımız tümden yok oluyordu! Ağaçlara asılı unutulmuş tişörtler görüyorduk. Saatimiz 16’lara geldiğinde biz de 19 kilometrelere ulaşmıştık. Artık hava kararmaya başlamıştı. Yıkılmış ağaçlar, damlalı yapraklar arasında sakince yürürken Ahmet hocanın “ekşın” dediği olay başladı. Yolun kısaltılması için ormana dalıp kestirme yapılacaktı. 600 metrelik bir iniş yapacak, 1100 rakımdan 900’e inecektik.

DSC02464

Orman gülleri arasından oldukça keyifli bir geçiş oldu. Dere yatağından ilerledik. Bu yatakta orman güllerine tutunarak iniş yapıyorduk. Bazen orman güllerini dikenli sarmaşıklarla karıştırıp tutuyorduk ve tıpkı kızgın demiri tutan bir insan gibi anında bırakıyorduk! Bu kısaltma epey bir zaman aldı. Yosunlu taşlar iyi kaydırıyorlardı. Maceranın olduğu yerde keyif vardır! İnsan gelecekte çoğu kez sadece zor anları hatırlar çünkü zor anlar, zor zamanlar yaşadığımızı hissettiğimiz zamanlardır. Dere yatağında dikkatlice ilerlerken minik su gölcüklerindeki yansımalara gözümüz takılıyordu. Bitmeyecekmiş gibi gelen dere yatağı birden bitiverdi, fırtınanın aniden bitip güneşin açması gibi oldu.

DSC02411

Artık genişçe bir orman yoluna geldik. Her yer kabalaklarla doluydu. Ekipte artçı ben ve Yavuz kalmıştık. Hava kararmış, enfes bir alacakaranlık oluşmuştu. Bir yol ayrımına geldik. Ergün hocanın dallardan yaptığı ok sağı gösteriyordu. Sol tarafın Kayadibi köyüne gittiğini gps’ten anlayabiliyorduk. Tam 736 rakımdaydık. Belli ki Ergün hoca görece daha uzun yoldan vazgeçmiş, rotayı Yamaçköy’e çevirmişti.

DSC02439

Yürüyüşün en iyi bölümü bu oldu. 29 kilometrelerdeyken zifiri bir karanlık vardı ve kafa lambaları söndüğünde inanılmaz bir uzay manzarası çıkıyordu karşımıza. Zavallı şehirli insan! Evinde oturmuşsun, televizyon karşısında yaşamın geçiyor ama işte tam da ormanın kalbinde, karanlığın içine gizlenmiştir yaşam ve onun bütün gizemi! Değerli yürüyüşçü, geceye kalmaktan korkma, çünkü gece sana unuttuğun şeyleri, yıldızları verir, baykuş seslerini verir, gölgelerden ürpertiyi verir, serinliğin çiçeklere ve otlara bulanmış kokusunu verir, sana gerçek yaşamı verir! Geceye kalmaktan korkmadığın gibi geceyi ara, onun sessizliğini ara, onun bilgeliğini ara!

DSC02448

Kilometremiz 31.04ü gösterdiğinde artık Yamaçköy’deydik. Uzaklardan minarenin ışıklarını görmüştük, aniden ışıkları söndü, yine de o yönü hedef alarak minibüsümüze ulaştık. Tempolu bir yürüyüş oldu; çıtası 30’un altında olan çıtasını yükseltti. Güzel bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Şehir artık yatmaya hazırlanırken şehre girdik, yıldızsız, kömür kokulu, boş hırslara bürünmüş şehre!

DSC02571

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Eliya Gogo, neşeli bir Gürcü şarkısı…

https://www.youtube.com/watch?v=TL8zP2uVLbs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

https://www.goodreads.com/author/show/3164882.Mehmet_Murat_ildan

DSC09077

Bugün 2017 yılının 2 Nisan Pazar günü. Artık kara veda edildi. Bu sene bahar gibi bahar mı olacak? Pek öyle görünmüyor. Serin bir bahar olabilir ya da sıcak bir bahar olabilir; iklim değişikliği bağlamında her ikisi de mümkündür ve doğrusu bu evrende her şey de mümkündür! Ama yine de bahar bahar gibi olmalı, yaz da yaz gibi; kış kışlığını yapmalı, sonbahar da kuyumcu vitrini gibi parıldamalı!

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Rota, Bolu ilinin Yumrukaya köyüne yakın bir yerden başlıyor. 916 rakıma sahip toprak yolda araçtan inip kuzeydoğudaki Yumrukaya göletine gideceğiz. Bu gölet 1020 rakımdadır. Bundan sonraki hedefimiz ise yine biraz daha kuzeydoğuda bulunan At Yaylası göletidir. Geçen sefer bu bölgeye gece karanlık çökmüşken gelmiş ve At yaylasını çok iyi görememiştik. Bu kez gündüz orada bulunmak güzel olacak.

DSC09113

Bir sonraki hedefimiz ise kuzey batıya doğru yürümekti. Bolu dağı tünelinin Düzce’ye bakan tarafını da uzaktan yukarıdan görebilecektik. Daha sonra 400 rakımlardaki viyadüğün altından geçeceğimiz yere kadar vadilerdeki patikaları, doğaçlama kısa yolları ve orman yollarını takip edecektik. Viyadüğe ulaştığımızda burası Düzce Kaynaşlı, Kulübeyanı Köyü civarıdır. Buraya Darıyerihasanbey köyü de denir. Bütün o civarlar Kulübeyanı mahallesidir. Köyün olduğu bölgeden de 300 metre kadar yükselerek Adapazarı yolunu da geçip Darıyeribakacak köyünde, Bolu dağının yüksekliklerinde yürüyüşümüz sona erecekti. Bolu ilinden başlayıp Düzce iline geçecektik!

yumrukaya

Birazdan bu etkinliğin ayrıntılarına geçeceğim. Öncesinde her zaman olduğu gibi maziye kısa bir bakış atacağım. Maziyi bilen geleceği de daha kolay okuyabilir. Memlekette çok yakında bir referandum var, gereksiz bir referandum. 20. Yüzyılın başlarındaki ve devamındaki tarihimizi iyi bilen bir kişi ne oy vereceğini de çok net olarak bilir. 1923 yılı keyfilikten sorumluluğa, biatten şahsiyetli, karakterli bir duruşa, kulluktan bireye geçiştir. Millet ne karar verecektir göreceğiz; fakat görünen köy kılavuz istemez: Şahıs rejimleri ciddi bir geriye gidiş ve ciddi bir küme düşüştür! Şahıs rejiminin özelliği Kuzey Kore’deki gibi bir deli başkan olursa felaket olur, ama Atatürk gibi bir sivil ve askeri deha başkan olursa, o zaman her şey iyi olur. Kısacası “şahsa” bağlıdır bu rejim türü, yani “şansa” bağlıdır yani güvenilir değildir, fren mekanizmaları çok iyi kurulmamışsa ülkeleri – tarihte pek çok kez görüldüğü üzere – savaşlara, felaketlere sürükler. Büyük yetkiler özellikle küçük adamları çabucak şımartır ve küstahlaştırır. Türkiye, hangi rejime geçerse geçsin o rejimde mutlaka kuvvetler ayrılığı çok bariz ve çok sağlam bir şekilde olmalıdır yoksa dünyada ciddi ve saygın bir yer edinemez.

2 Nisan 1948 yani 69 yıl önce bugün! Ankara’da Opera binası açılıyor. İsmet İnönü de ilk eseri seyretmeye geliyor. Bu çok önemli bir olaydır. Bir ülkede birinci öncelikli önemli şey ahlaktır, etik değerlere bağlılıktır. İkincisi bilimdir ve yine onunla aynı ağırlıkta olan sanattır. Bugün yolu köprüsü olan pek çok ülkenin bilim ve sanatı ileri değilse itibarı yoktur. Bugün İngiltere dendiğinde aklımıza ilk gelen şeylerden biri Shakespeare ise ya da Charles Darwin ise, fakat İngiliz köprüleri, İngiliz yolları değilse memlekette yaşayan herkes bunu iyice kavramalıdır! Yüksek bilimin ve yüksek sanatın yoksa, adaletli bir ülke yaratmamışsan adam olamamışsın demektir!

Biz şimdi doğa etkinliğimize dönelim. Memleketin harika doğasında dolaşalım. Yukarıda belirttiğim gibi birinci öncelik ahlaktır ve yurdun doğasını korumak da en büyük ahlaktır. Bunu korumanın yolu yurdun doğasını sevmektir, onu kendi parçamız gibi görmektir! Kesilen her ağaç bizim vücudumuzun kesilmesidir!

DSC08996

Etkinliğin fotoğrafları için aşağıdaki linkime bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMegx1USw_clupCLv04uKR7Mt7x7lbwc-unuejgP_uN7hfoFz4RDEQlLxgI3S7ysA?key=bmY5ZS1yanFsNTIzY0RGTm5fSW1ya0F6QzhZbHFn

Etkinliğin teknik detayları da Movescount hesabımda mevcuttur:

http://www.movescount.com/moves/move149820632

Sabah Sarı’nın yerinde yani Huzur Lokantası’nda açık duble çay içilip, zeytinli beyaz peynirli sandviç yenilip, çeşitli çorbalardan içilip Bolu’ya doğru yola koyulduk. Otobandan gidilince Bolu’ya varmak çok uzun sürmez.

10.22’de yürüyüşümüz başladı. Hava güneşli ama biraz da pusluydu; bu taraflar sabahları sıklıkla sisli de olur. Doğa henüz canlanma aşamasındaydı. Ancak dağların zirve kısımlarında karlar görülebiliyordu ve en çok da Kartalkaya’da vardı. Sabah bir muz takviyesiyle yürüyüş başladı.

DSC08978

Hedefimize 25.7 km var görünüyordu ki bugün 23.78 km yürüdük. Yemeği kaçırmamak için ve de asfalt yolda yürümemek için Ergün hoca rotayı 4 km kadar kısalttı ki bu kısım yokuş yukarı 3-4 kilometreydi!  Bugün toplamda 504 metre çıkıp 1073 metre indik ve en yüksek ulaştığımız rakım 1207 metreydi.

Sarı çiçeklerin üzerlerinde henüz arılar yoktu; çiçek dükkânlarının bu iğneli müşterileri daha ortalıkta görünmüyorlardı. Doğa yarı soluk, yarı cansızdı. Ama yol boyunca epeyce kertenkele gördük; yaprakların arasında küçük boylarının 10 misli kadar ses çıkarabiliyorlardı. Ağaçlar sanki oksitlenmiş gibilerdi. Unutulmuş, ya da çoktandır kullanılmamış orman patikalarında çıkış yapmaya başladık. Sararmış sonbahar yapraklarının arasında yemyeşil parlayan kaya sarmaşıkları hemen dikkat çekiyorlardı. Küçük dereler şırıldıyordu; minik su birikintileri adeta kurbağa larvalarıyla birer kurbağa fabrikasını andırıyorlardı. Nerede su varsa orası sabah güneşiyle ışıl ışıl yanıyordu!

Gazanfer hoca zaman zaman bana “bugün de öykü çıkacak sana” diyordu ki zaten doğanın kendisi başlı başına bir öyküydü; bir mucizenin öyküsü! Kayın ağaçları gerçekten Alman tankları gibi çok sağlamdılar. Onları sarmaya çalışan kaya sarmaşıkları muhtemelen bir kayaya veya bir tanka sarıldıklarını düşünüyorlardı! Saat 11’de 1020 rakımlarda yapraksız ağaçların ince gölgeleri altında yürümeye devam ediyorduk.

Reha hocayı henüz görebiliyorduk ama kısa süre sonra önlerden gözden kaybolacaktı, muhtemelen Koray hocayla önden hızlıca ilerleyecekti! Sarı çiçeklerin bazıları sudaki Lotus çiçekleri gibi duruyorlardı. Bir nergis, bir orkide, bir karanfil görmüyorduk ama onlar kadar güzel çuha çiçekleri, siklamenler ve papatyalar görüyorduk. Sararmış yapraklara bakarsak sanki sonbaharda yürüyor gibiydik.

Ve elbette otların da güzelliğini görmek gerek; mesele, her bir canlının önemli olduğunu kavrayabilmektedir! Belki yılan sevimsizdir ama en azından doğaya yaptığı katkı bağlamında saygı duyulmayı hak eder!

3 km kadar yürümüşken Yumrukaya göletine geldik. Fırsat buldukça mandalina, cevizli kuru dut yiyorduk ve dutlar Elazığ Ulukale dutlarıydı! Bazen de bitter çikolata. Genelde tatlı yendiği için tuzlu aranıyordu ve imdada Hasan hoca yetişiyordu, güzel yer fıstıkları veriyordu.

Yürürken düşünmeyenler doğanın bizzat kendisi oluyorlardı. Ölmek nedir? Düşüncenin, bilincin yok olmasıdır! Düşünmeyen ölmüştür. Meditasyon ölmektir. Meditasyon anında artık siz yoksunuz; siz her şey olmuşsunuzdur. Artık ağaç gölgeleri sizsiniz, ağaç da sizsiniz, kuş da sizsiniz. Doğa yürüyüşünden sonra şehirdeki zihin yorgunlukları kaybolur ve insan doğaya yenilenmek için çıkar; doğa, yenilenme, tazelenme yeridir, şu kullanmakta olduğumuz bilgisayarlardan kaçıp kurtulduğumuz yerdir, bir limandır, bir sığınaktır!

Nadiren tamamen bahar çiçekleri açmış ağaçlar görüyorduk. Her şey açma aşamasındaydı; ok, yaydan fırlamaktaydı fakat henüz yayın dışına çıkmamıştı. Hedef tahtaları görüyorduk. Yurdum insanı kurşunu, yüksek sesle patlayan aptal silahları seviyordu. Gürültü, cahil insanın sevdiği bir şeydir; sessizlikse gelişmiş insanın sevdiği bir şeydir!

Karmaşık bir rotada ilerliyorduk. Öyle ki 7 tane orman yolunun olduğu yerlere bile geliyorduk. 7 farklı yön! Hangisine girsen başka tarafa gidersin! Ağaçlardaki yeşil likenler güneşte sanki fosforlularmış gibi ışıldıyorlardı. Çürümekte olan orman kütüklerinin üzerindeki yapraklar da kesinlikle bir tabloya konu olabilirlerdi. Doğanın insanı sanata davet eden müthiş bir sihri vardır!

DSC09130

  1. kilometreye yaklaştığımızda At yaylası göletine ulaştık. Aslında burası tam bir huzur mekânıydı ancak karşı taraftaki ormancıların ağaç yükleme sırasındaki gürültüleri bu güzelliği biraz bozuyordu. Memleket son sürat ağaç kesmeye devam ediyordu. Ormanları azalan ve seyrelen bir ülkede yaşadığının kaç kişi farkındaydı ki? Yazımın başındaki ahlak meselesine, etik değerlere dönüyoruz yine! Biz ormanı yaşıyoruz, şanslıyız ama gelecek kuşaklar – eğer bilim hızlı büyüyen ağaçlar vesaire bulmazsa ya da etik düşünce egemen olmazsa – ormandan yoksun kalabilecekler!

Gölette yemek molası verildi. 1075 rakımda, saat 12.42’de Akçaabat köfte yendi, tarçın karanfilli çay içildi bir de bir parça Laz böreği! Biz yerken Ergün hoca da gölet çevresinde dolanıyor, bir balıkçıl kuşu fotoğraflamaya çalışıyordu. Kuş, zaman zaman mekân değiştirip gölün üzerinde dolaşıyor, şiir gibi süzülüp duruyor, gölgesi de göletteki kırmızı balıkların üzerine vuruyordu. Bunlar pelikanlar takımındandırlar. Uzaktan leyleğe benzetilebilirler ama uçarken bir tane fotoğraf çekebildim, oraya dikkatlice bakarsak bu kuş uçarken boynunu geriye çekmiştir oysa bir leylek uçarken boynunu ileri uzatır!

DSC09036

Sisli sabahların bu gizemli kuşlarını, kırmızı göl balıklarını, ormanı adeta hırsız gibi soyan “aptal medeniyeti” ve ışıldayan gölü geride bırakıp, neredeyse psikopat bir çalışkanlığa sahip karınca yuvalarının yanlarından geçerek kuzeybatıya, At yaylasına, hiç at görmediğimiz o büyük yaylaya doğru yöneldik. Kimliği belirsiz erenler adına yapılmış türbemsi mezarlığı da geçerek yaylaya ulaştık. Rüzgâr ve serinlik arttı.

DSC09029

Yaylada bizi silah sesleri karşıladı! Yurdum insanı kuşların seslerinin dinlenmesi gereken güzel bir yaylada atış talimi yapıyordu! Memlekette pek düzen falan olmadığı için böyle serserilikler, sersemlikler ve başıboşluklar almış başını gidiyordu! Fakat neyse ki ileride battaniyesini sermiş sessiz sakin oturan, yemeğini yiyen, kimseyi rahatsız etmeyen güzel vatandaşlarımız da vardı. Bu olay elbette bütün ülkeler için geçerlidir: Bir ülkede hem akıllı insanlar hem de aptal insanlar vardır; melekler ve şeytanlar vardır, bilgililer ve cahiller vardır, onurlular ve onursuzlar, ahlaklılar ve hırsızlar vardır!

Bu devasa yaylanın dev bir yeşil havaalanı görünümü vardı. Sonunda At yaylasının evlerine ulaştık. Oldukça canlıydı etraf. Tarlalar sürülüyordu, genellikle bir-iki dönümlük küçük tarlalardı bunlar. Torun gezdiren genç babaanneler, bahçesinden bizi görüp sohbete dalmak isteyen yaşlı köylüler epeyce çoktu. Son derece sevimli ahşap evler görüyorduk. Yaylada çok fazla köpek yoktu; çeşmelerden sular fışkırıyordu. Ergün hoca ve Gazanfer hoca pet şişelerini dolduruyorlardı. Ahşap kulübeleri fotoğraflamak keyifliydi; beton evlerin yüzüne bakan yoktu!

Yayladan çıktığımızda 10 km geride kalmıştı. Kuru dere yataklarını patika gibi kullanıyorduk. Ender de olsa kar öbeklerine rastlıyor, ayakkabı temizliği yapıyorduk. Artık daha geniş ve oldukça uzun olan bir orman yoluna girmiştik. Bu bölgede orman yolu dışındaki her arazi oldukça zorluydu ve girilmesi, uzunca yürünmesi durumunda gece yarılarına kalmak içten bile değildi. Fakat tabii özellikle yazın geceye kalınmasının da güzelliği ay ışığı, gizemli orman gürültüleri ve akşamın getirdiği farklı bir kokuydu. Değişik olan mutlaka yaşanmalıydı. Gündüzü yaşamak yetmez; gece de yaşanmalıdır, geceyi de yaşamalıdır insan. Hep sakin hava değil fırtına da bize çok şey katar çünkü o bizden çok farklıdır! Sana senin gibi biri ne katar? Sana senden farklı biri çok şey katar!

Sağımızdan solumuzdan derecikler akıyordu; devasa kayın ağaçları gördük. Doğaçlama kısa yollardan geçerken Vietnam tarzı bir sık orman içinden geçmenin o heyecanı duyuluyordu. Keşke bütün bir memleket böyle sık ağaçlarla örtülü olsaydı, keşke ağaçlardan yürüyemiyor olsak! Ama Türkiye, elbiselerinin oradan buradan büyük parçaları kopmuş biriydi artık, bir gün bu gidişle çıplak kalacaktı!

DSC09093

Havada pus artmıştı. İnişe geçmiştik ve 400 rakımlara kadar da inecektik. Yolda nadiren uçan kelebekler görüyorduk. Orman işçileri için yapılmış orman kulübeleri, açık havalı orman tuvaletleri, Reha hocanın hangi yöne dönüldüğünü gösteren tahta okları ve çamura çizdiği çizgiler de geride kaldı ve en sonunda 1 nolu Viyadüğe vardık. Tam karşıda Kulübeyanı köyü görünüyordu. 23. Kilometreye ulaşmıştık. Aracımız yaklaşık 3-4 km daha yukarıdaydı. Ergün hoca aracı aşağıya çağırdı ve doğruca Hayrettin Tokadi türbesinin olduğu yere gittik.

DSC09166

Hayrettin Tokadi türbesi, manevi hava yaratması beklenen bu yer gördüğüm kadarıyla bir satış mağazaları görünümü, ticari görünüm almış bir yere dönmüş. Girişte Edeb Ya Hu, yazısı yer alıyor. Dergâhların girişlerinde de görürüz bu deyişi, kişinin Tanrı’dan edeb istemesi, Tanrı’ya edeb yakarışıdır. Şimdi cahiller tarafından “edep yahu” ya dönmüş bir şeydir bu. İşin aslı yahu değil Ya Hu yani Ey Tanrım olacak!

Bu türbenin olduğu yerdeki ağaçlar gerçekten çok eskidir, anıt ağaçlardır; üzerlerinde de çok sevimli sincaplar dolaşmaktadır. Biz buradaki aş evinde yemek yedik. Herkese açık bir yer. Burada istenilen şey yemeği israf etmemek, tabağı tamamen bitirmektir. Ben makarnamı ve ekmeğimi yememiştim ama ekip bu sorunu çözdü! Hafta sonları 1500 kişiye yemek verilmektedir. Yemek sonrası bölgeyi gezdik. Ağaçların arasında yükselen ve sonbahar yapraklarıyla örtülmüş taş merdiven burada aklımızda kalan bir anıydı. Sanki göğe yükselen bu merdiveni düşününce bunun yolunu da düşünmektedir insan ve bunun gerçek yolu sadece bilimdedir…

Ne Sufizm, ne tasavvuf, ne din, ne de bu tarz spiritüel şeyler bizi kurtuluşa götüremez; bunun yolu sadece bilimden geçer… Ve kurtuluş nedir? Kurtuluş, varoluşumuzu sürekli kılmaktır!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Laia o Laila; Rostam’dan güzel bir Pakistan şarkısı.

https://www.youtube.com/watch?v=EAwJynFW64U

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

29

Bugün 4 Aralık 2016, Pazar günü. Yılın 338. gününe gelmişiz; 27 gün sonra 1 yıl gibi evren ya da uzay zamanında çok önemsiz, çok minik bir zaman süresi daha geride kalacak ve her zamanki gibi insanlar yeni yıla yeni umutlarla ama eski akıllarıyla girecekler! Oysaki yeni umutların gerçekleşmesi eski akılla değil yenilenmiş, kendisini geliştirmiş, geçmişten dersler çıkarmış yeni akılla olur ancak! Yeni bir şey, yeni bir aksiyon, yeni bir düşünce gerektirir; aynı aksiyonla, aynı düşünceyle yeni şeyler çıkmaz!

yurecikk

Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota doğa yürüyüş grubuyla yapıyorum. Her zaman olduğu gibi yine grubun web sitesi linkini ve Facebook sayfasını aşağıya veriyorum:

http://yenirota.com/trekking.html

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

Ayrıca etkinliğin fotoğrafları için de aşağıdaki linke bakılabilir:

https://photos.google.com/share/AF1QipMFAxAln20s0c1XwMCjdPwk-pZNbwcfVrR5qMdpknIDRdMW1QoWEWSKF2isDje-lQ?key=TFVYM0t6aXB3ZWRkWmtzZkdiLWx6djhtN0dTX3RB

Karabük Eskipazar ilçesinin Yürecik köyünden başlıyor bugünkü yeni rotamız. Gerede’ye girmeden Ankara Karabük yoluna sapıp oradan ilk önce Eskipazar’a gideceğiz. Sonra da Mengen yolunu alarak Yürecik köyüne doğru ilerleyeceğiz.

28

1220 rakımlı Yürecik köyü rotamızın start aldığı yer. Buradan batı yönünde 1440 rakımlı Çilekbeli geçidine doğru yürüyeceğiz. Bu geçide ulaştıktan sonra ise güney batı yönünde bulunan 1430 rakımlardaki Dökük yaylasına doğru inişli çıkışlı bir rota izleyeceğiz. Köknar ağaçları, anıt çamlar, yer yer kayın ağaçları, az da olsa kuşburunları yol boyunca bizimle beraber olacak.

Dökük yayladan sonra hafif güney batıdaki komşu yaylaya geçeceğiz. 1420 rakımlı bu yaylanın ismi Kurtça yaylası! Kurtlarla özdeşleşmiş bir yayla! Bu küçük yaylaları bitirip bu kez daha büyük bir yaylaya, güney batıdaki Soğucak yaylaya geçeceğiz. Adı üstünde soğuk bir yayla çünkü rakımı yüksek! 1700’ün üzerinde bir rakıma sahiptir bu yayla ve elbette bol karlı olmak için gerekli bir yapıya da sahip.

dsc02221

Soğucak’tan sonra güneye, daha doğrusu hafif güney doğuya doğru epey bir inişimiz olacak. Adiller köyünün hemen batısında yer alan küçük mahalleye kadar gideceğiz. Bu mahallenin hemen güneyinde iki vadi yer almaktadır. Soldaki uzun vadiye gireceğiz. Bu çok uzun vadi bizi Çayören Güneyköy yaylasına kadar götürecek. 1700’lere yakın bir rakımı olan bu yayla da bol karlı olmaya aday bir yayladır! Buranın biraz daha güneyi Bolu – Çerkeş -Ilgaz – Samsun yoludur, biraz derken irtifa olarak en az 350 metre aşağıdadır. Bu yol üzerindeki 1345 rakımda bulunan OPET benzin istasyonuna inerek yürüyüşümüzü tamamlayacağız; planımız kabaca buydu. Ancak derin kar nedeniyle bu plan değişti. Yaşam dediğimiz şey zaten yapılan planlardır ve bu planlara hayatın müdahalesidir ve sonrasında da bizim yeni planlarımızdır, hayat budur!

Ergün hoca bu yukarıdaki plana bağlı kalırsak derin kardan dolayı sabah saatlerine kadar sürebilecek “ultra” bir yürüyüşe sebep olacağından rotayı kısalttı. Kurtça yaylaya kadar plana sadık kaldık oradan Soğucak yaylaya çıkış yapmayıp batıdaki MengenÇayköy’e gittik. Rota kısalmasına rağmen 20 km uzunlukta 9 saat 7 dakika süren ve toplamda sadece 15-20 dakika durduğumuz çok sağlam, bir anlamda kardiyo geliştirici bir derin kar yürüyüşü ve bir “dondurma soğukluğu” yürüyüşü oldu. Hareket halinde olduğumuz için soğuğu çok hissetmiyorduk ama durduğumuz zaman bu soğuğu çok daha iyi algılayabiliyorduk.

Biz kar yürüyüşlerine yıllardan beri genel olarak kademeli geçerdik, vücut kademeli olarak alışırdı. 5 cm, 10 cm, 30 cm, 1 metre derken bu kez bu sene hızlı bir geçiş oldu, bir anda yarım metre, zaman zaman 1 metreye yakın derinliklere de rastladık. Yılın ilk ciddi kar yürüyüşüydü ve umarım devamı da gelir çünkü derin kar yürüyüşleri bir ayrıcalıktır.

Bugünkü etkinliğimizin ayrıntılarına geçmeden önce geçmişte bugün ne olmuş şimdi ona bakacağım kısaca. 4 Aralık 1131 yılı İranlı şair ve matematikçi Ömer Hayyam’ın ya da orijinal ismiyle Gıyaseddin Eb’ul Feth Ömer İbni İbrahim el-Hayyam’ın yaşamını yitirdiği gündür. Şimdi Hayyam’dan birkaç özlü söz verip yazıma resmi olarak başlayacağım. Şöyle der Ömer Hayyam: “Eğer her şeyini kaybetmişsen ve cebinde bir ekmek alacak kadar paran kalmışsa, git kendine bir demet menekşe al ve ruhunu besle. Bence bu çok anlamlıdır ve kişinin öncelikle ruhunu beslemesi lazım.Şu sözü de güzeldir: “Cehennemi gerçekten bilmek mi istersin? Dünyada cehennem, ehil olmayanla konuşmandır.” Ve son olarak şunu vereyim, Shakespeare-vari bir cümledir bu: “Girme şu alçakların hizmetine: konma sinek gibi pislik üstüne. İki günde bir somun ye, ne Olur! Yüreğinin kanını iç de boyun eğme!” Ömer Hayyamı da ve onun yaşam dolu güzel sözlerini de burada sevgiyle anmış olalım ve gelelim bugünkü etkinliğimize.

Yürüyüş yapacağımız Eskipazar bölgesi dendiğinde akla ilk gelen isim Hadrianapolis’tir! Bu Roma antik kenti henüz önemli ölçüde günışığına çıkmamıştır! Memleket boş işlerle ilgilendiğinden böyle önemli şeylere, geçmişimizin bilimsel olarak karanlıktan aydınlığa çıkarılması meselelerine, Mars projesi gibi büyük düşünce konularına zaman kalmamaktadır! Güzergâhımız üzerinde olsaydı Hadrianapolis antik kentinin bir havasını koklayıp, kendimizi kısa bir süre de olsa geçmişe, Romalıların çağına ışınlayabilirdik!

Eskipazar’ı da Hititler kurmuşlardır! Sonra Romalılar burayı alınca ismi “Hadrianopolis in Paphlagonia” olmuştur. Tabii bize geçince önce Viranşehir ve sonra da Eskipazar’a dönüşmüştür. Kim bir yeri ele geçirdiyse onun ismini de değiştirmiştir çünkü şişkin ego ve ilkellik eski ismi muhafazaya, geçmişe saygıya pek izin vermez!

Sabah 6.40 Ankara’dan yola çıkış zamanıydı, 6.30’larda duraklarda yerler alındı. Sabah kapkaranlıktı! Yaz saati denilen akılcı ve mantıklı bir uygulama vardı bir zamanlar! Bir süre sonra hep böyle konuşacağız: Bir zamanlar şu güzel şey vardı, bir zamanlar bu güzel şey vardı, bir zamanlar memlekette kitap okunurdu; yanlışlara battıkça geçmiş de bize daha güzel görünecektir!

Araçta giderken Cihan hoca kendi tabletinden güzel bir Sebastian Bach klasik müziği çaldı. Sabah Kurtboğazı Baraj bölgesi sislerle kaplıydı; baraj gölü enfes bir güzelliğe bürünmüştü. Böyle güzellikleri genellikle balıkçılar, avcılar ve elbette yürüyüşçüler yakalar ve yaşamın bütün derinliği işte bu anlarda, bu anlara tanıklık etmekte yatar!

Her zamanki gibi önce Sarı’nın Huzur Lokantası’nda kahvaltı yaptık ve ardından Yürecik köyüne ulaştık, daha doğrusu Yürecik köyünün Taşmanlar mahallesine 1 km kadar uzaklıkta ana yolda araçtan indik. Pazar günü için hava durumu en yüksek 3 derece görünüyordu ve parçalı bulutluydu. Bu bölgede nem oranı da %80’ler civarında olduğundan oldukça serin bir hava ve elbette karla kaplı orman yolları bekliyorduk ve öyle de oldu. Akşamın ilerleyen saatlerine doğru rahatlıkla -8’lere, -15’lere kadar inecekti.

Araçtan iner inmez güneşin altında parıldayan kar zerrecikleri “iyi ki geldik” sözünü hemen söyletti bize ya da Yahya Kabak hocanın bir zamanlardaki sözünü hatırlattı bize: “İyi ki geldik yav, iyi ki buradayız!” Doğa bir diriliştir, varoluşumuzun derinlerine hitap eden bir şiirdir!

Hava soğuktu, güneşse yalnızca yüzümüzü ona döndüğümüzde ısıtıyordu. Ancak güneşte nadiren yürüdük, çoğu kez orman içlerindeydik. 1282 rakımdan yürüyüşe başladık. Yüreciğe 3 kilometre yürüyecektik. Yolun önemli kısmının kar açıcılık işini Ergün hoca ve Cihan hoca yaptılar.

Saatlerimiz 10.12’yi gösteriyordu. Mevsimler içerisinde “masalsı güzellik” deyimini insan en güzel karlarla kaplı bir ormanda, o bembeyaz sessizlikte, o gerçekdışı gerçeklikte yaşar. Sabah kalkmak zordur, hava soğuktur, yürümek epey bir çaba gerektirir ama işte bunları yapmadan o masalsı güzellikler yaşanmaz; kömür kokulu rezil bir şehrin çaresiz sokaklarında, trajik haberlerin moralleri dinamitlediği bu akıldışılık dünyasında çürür gider insan! Doğa yürüyüşü bu çürümeye karşı bir isyandır, rezilliği, medeniyet adı altındaki çirkinlikleri, aptal haberlere boğuluşu bir reddediştir!

Taşmanlar mahallesi yakınlarından Yüreciğe doğru yürüyüşe başladık. Yollar buzluydu, köylerin ara yolları daha şimdiden kapanmışlardı. Kar taneciklerinin mükemmel geometrik görünüşlerine hayranlıkla baktık; fiziki evrenin, fizik kanunlarının sanat şaheserleriydi bunlar.

Güneş de gölgeler vasıtasıyla inanılmaz sanatlar yaratıyordu. Dik bir çıkışa geldik. Ergün hoca haritayı zaman zaman inceliyordu. Yürecik pek sevimli, pek hoş, pek sakin bir dağ köyüydü; güneşin altında ışıl ışıl parıldıyordu. Öylesine doğal, öylesine huzur veren bir yerdi! Köpeksiz köy olmaz derken havlama sesleri duyuldu. Eski bir fırının ahşap kulübesine, çeşmenin buzlanmış yosunlarına, samanları traktöre yükleyen samimi köylüye veda ederek yolumuza devam ettik.

8

Reha hoca kısa kolla soğuğa meydan okuyordu ve Cihan hoca da onu uyarıyordu, üşüyeceksin diyordu! Tozluklarımız çabucak donmuşlardı. Gölgeler kutupsal bir karaktere bürünüveriyorlardı. Şanslıydık çünkü rüzgâr yoktu, yaprak kımıldamıyordu.

Hedefimiz Çilekbeli geçidiydi ki 1440 rakımdaki bu noktaya 3 saat yürüyerek 6.76 km kat edip geldik. Burada 10-15 dakikalık hızlı bir yemek molası verdik. Boşalan baterilerimizi, boşalan midemizi doldurduk. Tatlı bir güneşin şefkatli eli altında ton balıklı sandviç, Amasya elma, kakaolu Eti gofret, mandalina yedik ve ardın da ayvalı ıhlamur içtik ve vakit kaybetmeden yola koyulduk.

Şimdi iniş zamanıydı. 1437’lerden 1290 rakımlara dek inecektik. Ormanda yürürken güneşin ağaçlar arasından ani beliriveriş ve ani kayboluşlarını ilgiyle izleyecektik. Sanki oyun oynayan haylaz bir çocuk vardı tepemizde! Öteki yıldızlar, onun hemcinsleri ondan çok uzakta olduğundan bu kozmik bebek de bizimle oynamayı seçmişti! Sararmış yapraklara tutunmuş karlar, güneşin ve dondurucu soğuğun birer oyuncağıydılar adeta çünkü güneş karı suya çevirmeye, soğuk da onu dondurmaya çalışıyordu. Zıt güçlerin çatışma alanındaydık.

Nadiren ayı yavrusu ve domuz izlerine ve bir de tavşan izlerine rastlıyorduk. Bugün hocalar günüydü: Reha Bahtiyar hoca, Hasan hoca, Gazanfer hoca, Uğur hoca, Koray hoca, Cihan hoca… Tecrübeli ve sağlam bir ekiple yürüdük.

Orman içinden orman yoluna çıkar çıkmaz yürüyüş zorlaşıyordu çünkü kar çoğalıyordu! Dökük yaylaya vardığımızda 1420 rakımlardaydık, 10 kilometreden ve 5 saatten fazla yürümüştük. Halen orijinal rotadaydık. Ve bundan sonraki hedefimiz Kurtça yaylasıydı. Oraya gittiğimizde Ergün hoca durum değerlendirmesi yapacaktı. Kurtça yaylasına vardığımızda hemen güney batıdaki Soğucak yaylasını görebiliyorduk. Burada Soğucak’tan vazgeçme kararı alındı çünkü 300 metrelik bir derin kar çıkışı olacaktı ve oradan Adiller’e insek bile uzun vadi rotası çok karlı olduğundan orijinal rotada kalmakta ısrar edersek sabah saatlerini bulacaktı yürüyüşümüz.

Rotamız doğru bir şekilde Mengen’in bir ilçesi olan Çayköy’e döndü! Ergün hoca zaman zaman telsizle Reha hocayla konuşuyor ve kararan ortamda ekibin arkasında kalan var mı diyordu. Ekipte kopma olmadı. Hemen her zaman herkes görüş alanındaydı.

Artık hava kararmaya başlamıştı, ortam esrarengiz güzelliğe bürünmüştü; doğa gece kıyafetini giymekteydi. 15. kilometreye geldiğimizde rakımlar da 1300’ü göstermekteyken kuzeyde uzaklarda ışıklar gördük ve ezan sesi duyduk. Orası Banaz’dı, Mengen ilçesinin köylerinden biriydi. Güneş batınca hava sıcaklığı da ani bir düşüş gösterdi.

1200 rakımlardaki bir açıklığa geldiğimizde müthiş bir manzara da bizleri bekliyordu! Karlı dağların ardında güneş batmıştı; kızıllıkta kırmızının tonları ve sarının tonları hâkimdi; uçakların bıraktığı izler avuç içi yaşam çizgileri gibi karmaşıktı! Aşağıdaki ovalara ise harika sisler inmişti. Bu mistik görüntü bütün yorgunluğumuzu alıp götürdü! Bizi, varoluşun mucizeleri denen olağanüstü bir boyuta taşıdı. Bu doğal seyir terasında biraz zaman harcayıp inişe devam ettik.

32

1050 rakımlarda bulunan ve Çayköy’ün mahallelerinden biri olan Gülistan mahallesine inmiştik. Hoşsohbet yerel halktan birileriyle muhabbet yapıldı. Kaptan Gökhan’ın buraya gelmesi zordu, gerekirse zincir takacaktı. Yol buzluydu ve o yüzden 870 rakımlı Çayköy’e birkaç kilometre daha, yaklaşık 3 kilometre daha yürüyüp aracımıza ulaşmaya karar verdik ve de iyi ki de vermişiz çünkü kafa lambalarımızla aşağıya inerken karların üzerindeki ışıltılar bizi büyüledi. Sanki binlerce göz bize bakıyordu.

Tuhaf, esrarengiz kuş ötüşleri duyduk bu yolda ve tepede Ay, hilal şeklinde bizi izliyordu, doğa her zaman bizi izler! Bir de parlak bir yıldız vardı. VenüsJüpiter mi? Doğu ufkunda gördüğümüz bu parlak yıldız muhtemelen Jüpiter’di. Gökyüzü bize Mars gezegenine gidiş projelerini anımsattı. Biz bu projenin neresindeydik? Değiştirilemez gerçekleri değiştiren milletler büyük milletlerdir! Mars’ta koloni kurmak böyle bir iştir, imkânsız görünenin peşine düşmektir bu! Yüksek bilime sahip olmayan bir ülke ciddiye alınan bir ülke değildir! Yüksek bilimin, yüksek sanatın peşine düş, yoksa itibarın hiçbir zaman olmayacaktır!

Sonunda mutlu sona ulaştık ve kaptan Gökhan bizi henüz Çayköy’e varmadan aldı, sonra da dönüş yeri olmadığından geri geri köye gittik! Sarı’nın yerinde fındıkla yanan sıcak soba ve kemik suyu çorba molası verdik. Sıcak sobanın kor görüntüsünde düşüncelere daldık ve sonra doğruca Ankara’ya döndük.

Şimdi bir Zen hikâyesi verip yazımı sonlandıracağım:

Bir Zen ustası ormanda yürüyüşe çıkmıştı. Sakinliğin ortasında önünde aniden yırtıcı kaplanlar belirdi. Usta koşmaya başladı. Öyle bir yere geldi ki yol tükendi. Kaplanlar tarafından parçalanarak ölmektense uçurumdan atlamaya karar vererek kendisini boşluğa bıraktı. Düşerken elbiseleri bir ağacın dalına takıldı ve uçurumun başlarında bir yerde havada asılı olarak kaldı. Bir süre sonra topraktaki bir delikten iki farenin çıktığını ve hemen yanı başındaki bitkinin içine dalarak bir şeyler kemirmeye başladıklarını gördü. Lezzetli dağ çileklerini fark eden Zen ustası hiçbir şey olmamış gibi sakince çilekleri yemeye başladı…

İşte doğa da bizim için bu yaşamdaki çileklerdir, geleceği unuttuğumuz şimdiki andır! Yukarıda bir kaplan veya bir sırtlan, aşağıda bir uçurum, ama bir de bize umut veren çilekler var, doğa var, doğanın güzellikleri var ve biz çirkinlikler içinde bulduğumuz bu güzelliğe, doğaya, akıllı insanların bu ebedi limanına sığınıyoruz, yukarıyı ve aşağıyı unutuyoruz!

Güzel bir rotaydı “yeni” bir rotaydı, Yeni Rota’ydı! Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum: Kongar-ol Ondar, Büyük Nehir, değişik bir türkü!

https://www.youtube.com/watch?v=MfHmjHEKygs

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

DSC03928

Bugün 20 Mart 2016, Pazar günü. Yılın 79. günündeyiz. Bu hafta sonu etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım.

http://yenirota.com/gezi.html

Köroğlu Dağları bölgesindeydik. Oldukça uzun ve güzel bir rotaydı. 38 kilometrelik sağlam, muhtemelen dün gece ekstradan yağmış taze kardan dolayı da zaman zaman diz-baldır ağrıtan bir rotaydı. Yer yer 30-40 cm’lik kar derinlikleri de vardı.

Yürüyüşe başlangıç yerimiz Kıbrısçık-Deveören köyüydü. Etrafta ne bir deve ne de bir ören vardı! Hedefimiz öncelikle 2085 rakımlı Yellice Tepesiydi. Bu dağlardan başka yerlerde de var, mesela Kütahya’da da Yellice Dağı var. Biz bugün Deveören’den 1220 rakımlardan başlayıp yükselecektik.

Deveören’den Kuzeydoğu istikametinde Yellice’ye çıkan 1 vadi vardır ve bu vadi ileride 1268 rakımlarda 2 vadiye ayrılır. Soldaki vadi Serke Yaylasına gider; Serke Yaylasından yukarı doğru kuzeydoğuya yönelince zirveye ulaşılır. Serke’ye gitmeden sağdaki vadiye girilirse yine zirveye doğru gidilir ki biz bu sağdaki vadiyi aldık. Güney yamaçtan dik vurup Yellice’ye çıktık.

Yemek molası Yellice zirvede verilecekti ve sonra da 1900’lerdeki Sakal yaylasına inecektik. 1845 rakımda Tepegöl veya Gölcük vardır, Gölcük yaylasının olduğu yerdir; muhtemelen oraya da uğrayacak ve İkiz yaylalar denen bölgeye geçecektik ki yan yana iki geniş açıklıktır bu. İkiz yayla demeleri yanlıştır çünkü ikiz değildirler! Belki “İkili Yayla” demek daha doğru olur! İsimleri yanlış vermemizin sebebi titiz olmayışımızdır ve aslında memleketin içinde bulunduğu berbat durum da titizliğin ve ciddiyetin olmamasındandır! Bu yaylaların isimleri Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarıdır. Biz bu yürüyüşte bu yaylalardan geçmedik ama bunların güney doğusunda ve bu yaylalara göre daha fazla İkiz gibi duran iki çayırdan geçtik ki belki de Ergün hocanın bahsettiği İkiz yaylalar bunlardı. Zaten programda da İkiz çayırlar yazıyordu, İkiz yaylalar yazmıyordu.

Bu ikili-ikiz yaylaların güney doğusunda 1450 rakımlarda Samra yaylası vardır. Oraya da uğrayacaktık. Burada küçük bir gölet vardır. Bu göletten sonra Çukurören yaylasına ulaşmak için önümüzde 1750 rakımlık bir dağ seti ya da Çin Seddi olacak ve Ergün hocanın deyimiyle yer yer %80 eğimli çok dik bir çıkışımız olacaktı. Macerayı seven bizler için bu eğim iyi bir haberdi! Ve nihayetinde Çukurören yaylasına ulaşacaktık.

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKBrScKDeveorenKoyuKorogluDaglarYelliceTepeZirvesiCukurorenYay

Etkinliğin teknik detayları içinse Suunto Ambit3 Sport linkime bakılabilir:

http://www.movescount.com/moves/move97871743

Ülke ne âlemde sorusunu bu hafta sorsam yanıt yine aynıdır; en az on yıldır aynı yanıt! İnsanlar hakikati görmedikçe ülke kötüye gitmeye devam eder. Hakikat nedir? Bir ülke, bütün ülkeler için geçerlidir bu, kendi çıkarını asla düşünmeyen-rasyonel-bilimci-ilerici-zeki-bilgili-ciddi-hümanist-etik-dünyayı iyi tanıyan, teknik ve taktik zihinlere teslim edilmedikçe o ülke kademe kademe çöker. Bizim ülkemizin de temel sorunu budur, yani liyakate göre değil hissiyata göre, akılla değil dinsel/duygusal öğeler öne çıkarılarak ülke yönetimine insanların getirilmesidir bütün sorun. Milletin en büyük dostu yukarıda bahsettiğim özelliklerdeki kişilerdir ve ülke ya o tarz insanlara emanet edilir huzura kavuşur, modern dünyaya entegre olur ya da karanlıklarda yitip gitmeye savrulmaya yalnızlaşmaya devam eder. İnsanların ilk öncelikleri nedir? Hava, su, yiyecek… Bunlar olmadan yaşanmaz! Ve güvenlik olmadan da yaşanmaz! Bu konularda bu yazımda daha fazla yazmayacağım. Değişim olmazsa, gidişat da değişmez ve daha da kötüleşir. Değişim, demokrasilerdeki en önemli güçtür…

Şimdi 20 Mart tarihine yeniden döneyim. 20 Mart önemli bir üstadın Henrik İbsen’in doğum günüdür. 20 Mart 1828’de doğmuştur Norveçli bu ünlü tiyatro yazarı. Kütüphanemde onun epeyce bir oyunu var: Brand, Peer Gynt vs… hepsini de severek okuduğum yaman oyunlardır bunlar. Şimdi ondan birkaç söz verip yazıma, doğadaki hikâyemize resmi olarak başlayacağım. Onun en meşhur sözlerinden biri şudur: “Sen ona inanç dersin, biz korku deriz.” Yoruma gerek yok, çok zekice bir cümledir bu. Ve üstat şöyle demiştir: “Gücün büyük gizemi, başarabileceğinden fazlasını asla istememektir.”

Öncelikle hava durumuyla başlayayım etkinlik yazıma. Freemeteo sitesi Kıbrısçık için bütün gün – saat 11 civarındaki kısmi güneş hariç- bulutlu gösteriyordu. En yüksek 2 derece dediğine göre yürüyüşümüz kış koşullarına yakın gerçekleşecekti. Sabah için -1 derece, öğleden sonra 2 ve akşam da 1 derece görünüyordu. Tabii sabahın hissedilir sıcaklık derecesi için -5 rakamını vermiş Freemeteo sitesi. İyi haberse akşam 20.00’a kadar yağış görünmemesi, sonrasında ise kar yağış ihtimali vermesiydi. O zamana dek yürüyüşümüz tamamlanmış olacaktı. Oldukça isabetli tahmindi Freemeteo tahminleri.

http://tr.freemeteo.com/havadurumu/kibriscik/hourly-forecast/tomorrow/?gid=743382&language=turkish&country=turkey

Sabah 7.05 minibüse biniş saatimizdi. Terör olaylarından dolayı Ankara normal günlerde de epeyce sakinleşmişti ki bugün iyice durgundu. Sabah kahvaltımızı her zamanki yer olan Sarı’nın yerinde değil Ayaş’ta yaptık, Çakır Ağa Sofrası’nda çorba, çay, haşlanmış yumurta ve evden getirilen börekler yendi. Daha sonra Beypazarı’ndan Kıbrısçık Karaşar yoluna girip Kıbrısçık’a varmadan Deveören köyüne gittik.

Köye, yakın zamanda kar serpmişti. Hava temiz ve yürüyüşe uygundu. Köy canlıydı. Böyle yerlerde terör kaygısı denen şeyden zerre kadar bile bir şey yoktu; buraların gündemi geçimdi, hayvancılıkla geçinmeye çalışıyorlardı, yaşam zordu.

Köyün ahşap evleri pek güzeldi. İlkel bir kültür olan evlere geyik boynuzu asma olayını burada da görüyorduk. Geyikler, karacalar vs bunlar bizlerin dostuydu, onları öldürüp bir de teşhir etmek maziye ait ilkel şeylerdi. Köy sakinleri misafirperver ve köy köpekleri de sakin, dostçaydı. Yıllar öncesinden kalma siyasi sloganlar vardı ahşap evlerin çürümüş tahtalarında. Suunto saatimi 1 km kadar geç açtım, köyden çıkmıştık, saatler 10.21’i gösteriyordu ve önümüzde 10 saate yakın bir yürüyüş vardı.

Köylüler “Beni mi çekiyorsun” diyerek gönüllerinden geçeni söylüyor ve kendilerini fotoğraflamamızı bekliyorlardı. Özgürce böcek arayan tavukları, konuşkan teyzeleri, Deveören’in öğrencisiz okulunu geride bıraktık. Dolaşan hayvan sürüleri ve Köroğlu dağlarının muhteşem ormanlarını görüyorduk, üzerlerinde güneş ışıl ışıl parıldıyordu. Reha hoca balistik füze misali önden fırlayıp gitmişti, hedefe kilitlenmişti. Meşelikler boldu. Henüz buraya bahar gelmemişti. Köroğlu dağ mekanizmasının serinliği hâkimdi. Biz de titiz bir savcı gibi etrafı inceliyorduk, uzaklardaki şelaleleri fotoğraflıyorduk.

Yıkılmış yayla evleri ve melodik akan dereler artık güncel manzaralarımız olmuştu. Kayalık bölgelere geldiğimizde kartallar çoğaldı. Bu bölge bir kartallar bölgesiydi aynı zamanda bir ayılar bölgesiydi de. Bir süre sonra orman kesim alanına geldik. İşaretlenmiş ağaçlar kesiliyordu ve kanımca bu yanlış bir işti. Orman sık, bu olay ormana zararlı denerek orman seyreltmesi yapmak yanlıştır. 100-200 yıllık ağacı kesiyorsun, neymiş, fazla sıklık ormana zararlı vs Yeni fidanlar çıkıyormuş, ama onun o kestiğin ağaca dönüşmesi 200 yıl alacak! Senin sülalen bile bu dünyadan gitmiş olacak! Bu mantıkla Anadolu ormanı diye bir şey kalmaz, kalmıyor da zaten. Sonra dedenler oturup anlatırlar, şurası ormandı, burası ormandı diye! Bugün yaşlı kuşaklardan bunları çok dinleriz, Doğuda 50 yıl önce ormanlık olan alanların yerinde şimdi yellerin estiğini anlatırlar!

Kademe kademe yükseldikçe kademe kademe kar artışı oldu. Dereler gürleşti. Derelere sarkan buzullar çoğaldı. Buzulların sonu da dere olmaktı! Kartallar daha da yükseklerde uçuyorlar ve aşağılardaki kuzgunlara bakıp muhtemelen küçümsüyorlardı. Şelalecikler görüyorduk ve artık yürüyüşümüz bir kış yürüyüşü olmuştu. Kar derinleşmiş, atmosfer büyülü hale gelmişti. Etrafımız bir orman deniziyle çevrelenmiş, yığılmış odunların enfes kokularıyla bezenmişti. Köroğlu Dağları bölgesi oldukça zengin bir bölgeydi.

1810 rakıma kadar orman yolundan çıktık. Kar, bacakları biraz yormaya başlamıştı. Yaklaşık 10 km’den fazla yürümüştük. Tam bu noktadan hafif kuzeydoğuya 300 metreye yakın dik bir orman içi çıkış yaparak Yellice Tepe’ye ulaştık. Zirve kayalıktı. Buraya geldiğimizde Reha hoca, Gazanfer ve bazıları yemeğe başlamış bitirmekteydiler. Burada ton balık sandviçi, halka tatlısı, maydanoz yendi ve çay içildi. Kısa bir molaydı. Yer yer kar serpiştiriyordu. Uzaktan, tam batıda Köroğlu zirvesini görüyorduk. Zirveye yakın kısmında muhtemelen halen buz vardı ve belki krampon gerektirebilirdi. Alabildiğine bir kış ortamıydı. Ramazan ve Reha hoca zirvede de tişörtlüydüler!

Donmuş ağaçların enfes görüntülerine bakarak çay içildi, zirvede olmayan çiçekler toplandı ve yaklaşmakta olan harika sislerin eşliğinde inişe geçildi. Yellice’nin hemen güney doğu sırtlarından Sakal yaylasına indik. Ergün hocanın grubu ender olarak asker gibi arka arkaya dizilir ki burada o nadir olay gerçekleşince uzaktan fotoğraflar alındı. Belki biraz da yaklaşmakta olan sisin de etkisiyle saflar sıklaşmıştı. Sakal yaylasında kar derinceydi. Bugünkü 38 kilometreyi zorlu yapan faktör mesafeden ve hızdan ziyade bu kar faktörüydü. Taze yağmıştı kar. Tozluk getirmeyenlerin paçalarından içeri sızıyordu bu karlar!

Sakal yaylasının yaylalığı kalmamıştı, yayla evleri çürüyüp gitmişlerdi. Bir süre sonra sanki dikilmişler gibi çok sık olan yeni fidanların arasına daldık, masal dünyası benzeri bu fidan tarlasının altı ise taşlıktı ve ayakları kaydırıyordu. Önde gidenler ağaçlardan görünmüyorlardı. Gökyüzü zaman zaman mavi yüzünü gösteriyordu.

Ergun hocanın rotasında bahsettiği İkiz çayırlar hangisiydi tam olarak bilemiyorum. Dönüşte yürüyüşümüzün 1710 rakımında sağa giden bir toprak yolu Gölcük yayladaki Karagöl’e gidiyor ve oradan da Yukarı İkiz ve Aşağı İkiz yaylalarına iniyordu ki Google Earth’ten bakıldığında bu ikiz sözcüğünün yanlış kullandığını belirmiştim.

Biz bu sağa giden yolu almadık ve devam ederek 1586 rakımdaki büyük yaylaya geldik. Ve daha sonra da 1460 ile 1380 rakımlardaki iki küçük yaylaya, daha doğrusu çayırlığa geldik. Haritadan bakılınca bunlar ikiz yaylalar gibi görünüyorlardı. Ergun hocanın bahsettiği ikiz çayırlar bunlardı muhtemelen. Bu iki küçük çayırlığa veya yaylaya enfes bir güneş vurdu. Dere, menderesler yapmıştı; kıvrımlar o kadar çoktu ki, her kıvrıma bir güneş düştü ama fotoğraf makinemiz bu yansımaları göz kadar iyi yakalayamadı. Sudaki pırıltıların muhteşemliği güneşin buluta girmesiyle yok olup gitti. Doğanın güzelliği insana bir anda yorgunluğu unutturur, onun zihnini durdurur ve zihin için en müthiş dinlenme işte bu meditasyondur, zihnin durup öylece büyülenildiği andır.

Samra yaylasına doğru ilerliyorduk ve nihayet baharın işaretçisi üç beş çiğdeme rastlayabildik. Burada dere büyümüş, ırmaklaşmıştı. Samra yayladan tam güneye vurarak Çukurören ya da Çüküren yaylaya kestirme bir yol vardı ve Ergün hocanın meşhur %80 eğimli yeri burasıydı. Ancak beklenenden fazla olan kar yürüyüşçülerin dizlerini baldırlarını yormuştu, hava da kararmıştı ve Ergün hoca da orman yolundan Çukurören yaylaya (Çüküren Karaşar’a) gitme kararı aldı. Fakat sanırım hava kararmamış olsa bu kestirmeyi yapacaktık.

Havanın kararmasıyla birlikte serinlik arttı. Türkü söyleyen avcı ya da çoban sesleri duyuldu ama bunun baykuş olduğunu söyleyenler oldu. Tepede aydınlatan bir Ay vardı, bulut arkasından bile aydınlatıyordu. İnişimizin 1570’inci rakımında karanlıktan dolayı farklı bir yere saptık, ancak Ergün hoca bu sapmayı fark etti. Burada her yer birbirine benziyordu ve değişik yönlere giden yollar, patikalar vardı; labirent gibiydi. O saptığımız yol da vadi boyunca sürekli bir iniş olan güzel bir rotaydı ve Alemdar köyüne kadar uzanıyordu. Bu yolu yürüyelim diyenler oldu fakat Alemdar köyüne kadar uzunca bir yol olduğunu söyledi Ergün hoca ve biz minibüsümüzün beklediği yöne döndük. Çabucak geri dönerek birkaç kilometre yürüyüp Kaptan Apo’nun aracına ulaştık; çaylar demlenmişti, saatler akşam 22 civarındaydı, yayla hayalet yayla şeklinde çıt çıkarmadan öylece duruyordu. Hava bulutlu olduğundan pek fazla yıldız görünmüyordu. Doğa her zamanki gibi görevini yapmıştı, bizi büyülü bir dünyaya götürüvermişti…

Sağlam bir yürüyüş oldu. Bu tarz yürüyüşler yorucu olur ama çıta yükseltirler. Zor yaşanmadan çıta asla yükselmez! Memleket için de bir şey söyleyip yazımı sona erdireyim: Dünyanın en iyi iktidarı her zaman için insana yatırım yapan, eğitime para yağdıran, bilime parayı saçan iktidardır. O yüzden değerli milletim, buna dikkat et! İnsanlarına yüksek eğitim veren, çağdaş eğitim veren, akıl ve zekâ geliştirici bir eğitim sunan modern bir iktidarın yoksa kayaya toslarsın! İnsanını geliştirmemiş bir toplumdan bir halt olmaz. Alman ve Japon toplumlarına bak; bunlar eğitimi çok iyi iki büyük toplumdur, onları iyice düşün!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı iki parçayla bitiriyorum, Ana Gabriel:

https://www.youtube.com/watch?v=-yb-iDk0omU

Bir de eski Türk müziklerinden, My Tuva, son derece orijinal bir müziktir bu, Kongar ol Ondar:

https://www.youtube.com/watch?v=DpCyinav8sQ

 

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

004

Bugün 2015 yılının 28 Haziran Pazar günü. Zaman zaman olduğu gibi ani bir kararla ve 10 dakikalık bir ön araştırmayla Safranbolu Tokatlı Kanyonu’na bir keşif gezisi yapmaya karar verdik ve sabah 11.30’da yola çıktık. Birazdan bu etkinliğin kısa bir hikâyesini anlatacağım ve değerli okuyucuya kanyona ve mağaraya dair bir ön bilgi vereceğim. Mutlaka görülmesi gereken bir yer olduğunu belirterek yazıma 28 Haziran tarihinin geçmişiyle başlıyorum.

28 Haziran günü önemli bir filozofun doğum günüdür: Üstat Jean Jacques Rousseau. Fransız Devrimi’ni de etkilemiş sarsıcı bir isim! Üstat ilginç biriydi. Bir keresinde şöyle demiştir: “Ben yalnızca yürürken düşünebilirim. Durduğumda düşüncelerim de durur; benim kafam bacaklarımla hareket eder.” Onun şu güzel sözlerini de hatırlamakta yarar var: “Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘bu benimdir’ diyen ve ona inanacak denli saf başkalarını bulan ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Kazıkları sökerek ya da hendeği doldurarak başkalarına, ‘Bu düzenbazı dinlemeye son verin, meyvelerin herkese ait olduğunu ve toprağın hiç kimseye ait olmadığını unutursanız bittiniz demektir’ diye bağıracak biri, insan soyunu hangi suçlardan, savaşlardan, cinayetlerden, sefilliklerden ve dehşetlerden kurtarırdı!” Onu şu meşhur sözüyle yazıma resmi olarak başlayacağım şimdi: “Devlet büyüdükçe, özgürlük de o oranda küçülür.” Güzel söylemiştir üstat. Devlet dediğimiz aygıt halkın örgütlenmiş biçimidir ama halkın kendisi olduğunu unutup kendi kendine bir varlık olur ve sorun orada başlar; halkın çocuğudur, ondan doğmuştur ama ana babasına kötü davranmaya onu sömürmeye, onun özgürlüklerini kısıtlamaya, onun parasını çalmaya başlar. Sıklıkla kullanırız ‘Devletin Parası’ kavramını ki böyle bir şey de yoktur, sadece ‘Halkın Parası’ vardır! O yüzden halk, kendi parasının her bir kuruşunun hesabını sormak durumundadır! Onu sormayan halka da en hafifinden enayi derler; soran halk ise ahlaki değerlere ve adalet duygusuna sahip akıllı, onurlu bir halk demektir! Bu evrensel konu üzerinde bütün toplumların düşünmesi ve devlet dediğimiz bu aygıta bu özgürlük meselesini demokratik yollardan hatırlatmaları gerekir.

Yağmurlu bir Haziran geçirdik. Eğer Temmuz-Ağustos ayında da bu yağmurlu durum devam ederse iklim değişimi olayına önemli bir kanıt teşkil edebilir bu durum, çünkü özellikle Ankara Temmuzda oldukça yağmursuz geçer!

Yağmurlar yağıyor ama memleketteki kirlilikler de temizlenmiyor; zaman zaman yazılarımda memleket ne âlemde diye soru soruyorum, yanıt hep aynı: Memleket aynı! Aynı aptallıkların içinde battıkça batıyor, çünkü aynı tarz aptal ve yetersiz aktörlerin çevirdikleri trajikomik bir film olduğundan doğruyu, güzeli, sanatı, kaliteyi, gerçek gelişmeyi, yükselmeyi, ahlakı yakalayamıyoruz! Çürümüş toplumların tek bir kurtuluşu vardır: Tam çürüyüp topraktan yeniden doğmak! Tam çürümenin en iyi yanı budur, artık ötesi yoktur, en dibe vurulmuştur ve tek yön yeniden diriliş ve yükseliş kalmıştır!

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/SafranboluTokatlCanyonBulakMencilisCave235KmFromAnkara

Saat 11.30’da Ankara’dan yola çıktık. Serince bir hava vardı öyle ki Cankurtaran’da 1580 rakımdan geçerken aracın termometresinde 13 derece yazıyordu! Otobandan doğruca Gerede yakınlarına geçtik ve Gerede’ye uğramadan Karabük yoluna saptık. Karabük’le Safranbolu birleşmişler ve Ankara’dan yaklaşık 230 kilometre. Özel araçla 2 saatte varılabiliyor ve yol son derece düzgün, akıcı bir yol. Ankaralı gezginlerin rahatlıkla gelebilecekleri bir güzergâhtır burası.

Karabük’ün bir ilçesi olan Eskipazar’dan geçerken gözümüze her zaman o meşhur levha takılıyor: Hadrianapolis Antik Kenti, kazıların daha doğru dürüst yapılmadığı şansız bir antik kent! Burası Eskipazar’dan sadece 3 km içeride ancak olayı her zaman dönüşte uğrarıza bıraktığımız için zaman kalmıyor gezmeye. Bir gün buraya özellikle gidilecek ve gezilecek, notumu düşüyorum tarihe! Karabük yakınlarından geçerken meşhur Kardemir ve onun kirli havası görülür. Temeli Atatürk’ün talimatıyla atılmış bu devasa demir-çelik işletmesi civarında yoğun bir kirlilik vardır; ülke ekonomisi için önemli bir kuruluştur.

Paflagonya bölgesindeki Safranbolu’ya girdiğimizde saatler henüz 14 olmamıştı. Safranbolu’nun merkezinde yol ikiye ayrılır. Sağdaki yol Fethi Toker Güzel Sanatlar Fakültesinin önünden eski Safranbolu’ya yani Eski Çarşıya soldaki yol da İncekaya köyüne gider ki biz sola saptık. Eski adıyla Gayza köyünde bir antik su kemeri vardır ve bizim hedefimizdeki yerlerden biridir orası.

Safranbolu’dan 8 km kadar sonra İncekaya köyü muhtarlığına ait otoparka gelinir. Otomobiller için 2 TL’lik bir park ücreti vardır. İncekaya köyü 660 rakımdadır ve otopark 70 metre daha aşağıdadır. Meşhur Kristal Teras da buradadır! Yerden 80 metre yüksekliğe inşa edilmiş olan bu Cam Seyir Terası epeyce bir turist çekmektedir. Roketatar mermisiyle de kırılmayacağı söylenen bir cama sahiptir ki ben bu bilgilere pek de itibar edilmemesinden yanayım! Çünkü iddialı sözlerin ardında genellikle ya abartı ya da palavra yatar! Eğer bilimsel olarak bu söylenen şey denenmişse, camlar öyle test edilmişlerse o zaman bu roketatar ifadesi kullanılabilir!

100 metrekarelik bu teras Tokatlı Kanyonu’nun harika bir manzarasını bize sunar. Kristal Teras’a giriş 3 liradır. Girişte galoş giyin der ama galoş yoktur, tükenmiştir. Ayakkabılar camları kirlettiği için camın üzerinde tam da o korkutucu psikolojik durum yaşanmaz, çünkü önemli olan aşağıdaki uçurumun net olarak görülmesidir yürürken! O yüzden ya galoş kullanılacak ya da camlar sürekli silinecek; sadece üstünün değil altının da silinmesi gerekmekte. Altının silinmesi için özel bir düzenek var mıydı ona dikkat etmedim. Kare kare şeklindeki bu camların her biri 750 kg taşıyabiliyormuş. Uç noktasında sallantı rahat bir şekilde hissedilebilmekte.

Her şeyi abartmakta yaman olan yurdum insanı bu seyir terası için bir cesaret testidir demekteyse de gerçekle pek bir ilgisi yoktur. Teras 1 ayda inşa edilmiş. Bununla övünülür ama önemli olan ne kadar sürede yapıldığı değil ne kadar sağlam olduğu ve ne kadar süre dayanacağıdır, ölçüt budur yani! Bir akşam vakti de burayı görmek gerekiyor çünkü terasın akşam aydınlatması var ve görünümün muhteşem olması ihtimali yüksektir. Bildiğim kadarıyla Türkiye’de başka bir cam teras yok. Oysa cam teras yapılabilecek önemli yerlerimiz var, Valla Kanyonuna da yapılması turistik açıdan akıllıca olur, çünkü orada 80 değil en az 500 metrelik uçurum olan yerler mevcuttur.

Terasta manzara mükemmeldir. Karşıda akan bir şelalenin sesleri bütün vadide yankılanır. Bitki örtüsü çok yoğundur. Flora (Bitki varlığı), fauna (Hayvan varlığı) çok zengindir. Terasın kafesi de vardır, çay içmek için güzel bir mekândır. Yukarıdan baktığınızda Tokatlı kanyonuna inen tahta merdivenleri görürsünüz. Buraya mutlaka inmek gerek. Aşağıya inmeden yaklaşık olarak 200 metre yürünürse meşhur İncekaya Su Kemerinin enfes görüntüsüyle karşılaşılır. Tam bir antik tablo görünümü vardır burada. 6 kemerli bu harika kemer 116 metre uzunluğundadır ve 30 metre yüksekliğindedir; genişliği ise 1 ile 2 metre arasındadır. Sadrazam İzzet Mehmet Paşa tarafından yaptırılmıştır bu kemer. Zaman sorunumuz olduğundan kemerin yakınlarına kadar yürümedik. Esasen kanyona inip kemerin altına kadar yürümek gerekir. Eskiden kemerin üstüne çıkılabilmekteymiş ancak güvenlik sebebiyle bu durum yasaklanmış çünkü kenarlarında korkuluklar yok, yine de giriş kapalı mıdır bakmadım. Bir şey yasak olunca oraya ilgi de artar; kışın kar yağdığında bile o kemerden karşıya geçip bunu videoya dökenler de var:

https://www.youtube.com/watch?v=N5IZkXvduDY

Kemerlerin fazla olması yapının rüzgâra karşı direncini de artırmaktadır. Bu kemer daha önce Bizans döneminde yapılmış sonra da restore mi edilmiş bu konuyu araştırmadım ama değerli okuyucu bunu merak bağlamında inceleyebilir. Çünkü eğer daha önce Bizans zamanında yapılmışsa Sadrazam İzzet Mehmet Paşa’yı andığımız gibi ilk yapanları da anmak gerekir, daha etik olur!

Kanyona iniş yolu pek güzeldir. Tahtadan sandalyeler yapılmıştır aşağıdan çıkanlar için. Gerideki dağlar sislerle birlikte pek bir gizemli hava yaratırlar. Her yer kuş sesleriyle doludur; özellikle sabah buraya gelmek gerekir. Kanyona iniş 2 liradır. Tahta köprülerle doludur kanyon. Tokatlı (Gümüş), Akçasu ve Bulak dereleri bu kanyonları oluşturan unsurlardır. Bu dereler başka derelerle birleşip Karadeniz’e kadar giderler.

Yol boyunca kertenkelelere, ağaç mantarlarına ve çok sayıda kelebeğe rastlanır. Ortalık salyangozlarla da doludur. Küçük mağaralara giden küçük tahta merdivenler vardır. Her yerde minik şelalelerin sesleri duyulur; küçük göletlerde balıklar vardır. Cins kuşlar sağda solda sıkça görülürler. Göletlerin yansımalarında devasa ve eski ağaçlar görülür; göletlerin ağızlarından çeşme gibi sular akar. Ağaçlara salıncaklar asılmıştır. Kaya sarmaşıkları ve yosunlar her yeri kaplamışlardır.

Aşağıdan bakıldığında Cam Teras görkemli bir şekilde durmaktadır. Kanyonda at gezinti yeri de vardır. “Atlarımız Eyitimlidir” diye yazmışlardır burada! 10 liraya at turu yapılır ama pazarlıkla 5 liraya da inerler diye düşünmekteyim. Biz oradayken at durması gereken yerde durmamıştı ve sahibi de müşteriyi attan indirip atın eğitimini tamamlamaya çalıştı! Ata binmenin yanlış bir kültür olduğunu pek çok sözümde belirttim o yüzden burada tekrar etmeyeceğim! At pek sevimliydi ama üzgün de bir hali vardı, kendi hayatını yaşayabilecekken insanlara hizmet ettiği için mutsuz olması normaldi!

Kanyon içinde 1 km kadar daha yürüdük, çok çamur vardı, sağlam bir yağmur yağmıştı. Aracımız tepede olduğundan yürüyerek Eski Çarşı’ya gitmedik ama burada yapılması gereken budur, 2 km kadar daha gidip çarşıya inmek ve çarşıyı gezmek. Hatta Eski Çarşıdan yürüyerek tersten bu kanyona gelmek de alternatif olabilir.

Henüz keşif yapmadım ama Safranbolu Danaköy’e gitmek ve oradan da kanyon boyunca ya da kanyon içinde yürüyerek önce Su Kemerine gelmek oradan da Cam Terasa çıkıp-inip Eski Çarşıya gitmek pek güzel bir rota olur. Danaköy ya da Aşağı Danaköy kanyonun da başlangıç yeridir zaten. Eğer kanyonun içinde bir patika varsa bu yolun enfes olduğunu söyleyebilirim. 6 km kadarlık bir yoldur bu. Burayı mutlaka incelemek gerek. Ankara’dan ulaşım da otobüslerle bile 2,5 – 3 saatte mümkündür, yol temizdir.

Kanyondan sonraki durağımız Mencilis Mağarasıydı. İncekaya köyünün güneybatısında kalır bu mağara. Safranbolu’ya dönerken levhaları takip edip Alemdar caddesi üzerinden güzel bir orman yolundan 800 rakımlı mağaraya gelinir. Cam Terastan burası 8 km kadardır, yakındır yani. Mağaranın bulunduğu dar vadi de tam bir keşif bölgesidir!

Bulak Mencilis Mağarası 3 milyon yıllık bir mağara. Sümela Manastırına çıkıyormuş gibi taş merdivenli bir çıkışı vardır. Ücret tam 4 liradır, öğrenci daha ucuzudur. 400 metresi gezilebilmektedir. Yüzyıllar önce insanlar buraya korunma amacıyla sığınmışlar. Mağaranın aktif bölümüne giriş yasaktır. Burada 15 metrelik bir şelale varmış. Bu su 540 rakımdaki Bulak köyüne kadar ulaşabilmektedir. Safranbolu Eski Çarşı denen yerden minibüsler de mağaraya yolcu taşımaktadırlar.

Zirvesi 1500’lerden daha fazla olan Gayüzü dağının altındadır bu mağara. Sarkıt ve dikitlerin dünyasına demir bir kapıdan girilir ve sabit-serin bir serinlikte 400 metre ilginç bir sessizlik içinde gidilir. Toplam uzunluğu 6 kilometreden fazladır bu mağaranın. Girişten 281 metre kadar yüksekliğe kadar çıkar. Çok katlı bir mağaradır. Gizemi yaşamak için, karanlığı yaşamak için burayı ziyaret etmek gerekir. İçeride Sufi müziği tarzı bir müzik çalmaktadır. Daha birkaç yıldır ziyarete açılmış bir mağaradır. Türkiye’nin 4. Büyük mağarasının ön keşfi de tamamlanmış oldu böylece. Ankara’ya dönüş yolunda kömürde mısır kaynatan esnafı da unutmamak ve durup süt mısırlardan yemek geziyi tamamlayacaktır!

Yazımı bir Karadeniz müziğiyle sonlandırıyorum:

https://www.youtube.com/watch?v=ThBSxvCXksM

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

eelfmfjjf

10 Aralık – 22 Aralık 2014 tarihleri arasında 13 günlük bir İsviçre seyahatimiz oldu. Birazdan bu güzel gezide edindiğin izlenimlerimi, bazı gözlemlerimi ve yorumlarımı değerli okuyucuyla paylaşacağım. Umarım bu yazıdan sonra bu gelişmiş ülkeyi ziyaret etme isteği ve bunu uygulamaya geçirme arzusu değerli okuyucuda alevlenir!eekdmmd

Etkinliğimizin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/lh/myphotos?noredirect=1

Almanlar İsviçre’ye Schweiz derler, Fransızlar Suisse, İtalyanlar ise Svizzera. Plakalarda CH görürüz, Latince Confoederatio Helvetica yani Helvetler Konfederasyonu demektir; Helvetler İsviçre platosunda yaşayan Kelt kabilesidirler.

İsviçre platosunu da açıklamakta fayda var: Bu plato Cenevre gölüyle Almanların Konstanz gölü arasındaki geniş bir platodur; İsviçre’nin % 30’u kadarlık bir alandır ve 8 milyonluk nüfusun büyük çoğunluğu da bu platoda yaşar. Cenevre, Lozan, Bern, Zürih doğal olarak hepsi bu platoda toplanmışlardır. Ovalar yaşam alanlarıdır. Güney tarafları zaten İsviçre Alpleridir, kuzey kısmı da Jura dağları. Ülkenin yüzde 60’ı dağdır zaten, 3000 binlik, 4000 binlik onlarca zirvesi vardır İsviçre’nin. Dağcılık için bir tapınaktır adeta!

İsviçreliler akıllı insanlar ve bunun ilk göstergesi de 200 yıldır hiçbir savaşa girmemiş olmalarıdır, çünkü 200 yıldır hiçbir savaşta taraf olmama kararı almışlardır! Akıl işte budur! Bu şu anlama gelir: “Kim savaşırsa savaşsın, ben sizin bu aptalca savaşınızda, bu saçma sapan kanlı kavganızda taraf olmayacağım! Ben uygarım, benim savaşla işim olmaz! Siz savaşın, ben savaşmıyorum, sizin yanınızda ya da sizin karşınızda savaşmayacağım!”

İsviçrelilerin bir başka akıllı yanları doğrudan demokrasiyi kullanma yeteneğine sahip olmalarıdır! Siyasi kararlar nihai olarak doğrudan oylama yoluyla şehir halkı tarafından alınır, yani son karar meclisin değil halkındır. Diyelim ki meclisten bir yasa geçmiş, halkın da hoşuna gitmemiş, 50 bin kişi belirli bir süre içerisinde imza verip yasayı referanduma götürebilir! Anayasa değişikliği istenirse 100 bin imza toplar halk ve referanduma gidilir! 8 milyon nüfus var ve sadece 100 bin imzayla anayasal değişiklik referandum yoluyla mümkündür! Buna doğrudan demokrasi derler; yarı-doğrudan da denebilir ama nihai karar halkta olduğundan ben doğrudan sıfatını uygun bulmaktayım! Kötü bir yasa çıkaracaksın ve halk da buna karşı hiçbir şey yapamayacak, acıların çocuğunu oynayacak, acılı şarkılar dinleyecek, süklüm püklüm miskin bir şekilde evinde oturacak, 4 yıl 5 yıl seçimin gelmesini bekleyecek, işte bu az gelişmiş ilkel ülkelerde, cahil toplumlarda olur, İsveç’te olmaz, Norveç’te olmaz, İsviçre’de olmaz! Burada bilinçli halk yasayı sorgular ve nihayetinde referandum talebiyle referanduma götürüp iptal edebilir! Halkın gücü vardır bu ülkede! Hükümet altın alacağız der, halk gerek yok der ve altın alınmaz! Hükümet bu ülkede şımaramaz, küstahlaşamaz, haddini bilir, çünkü iktidara halk için gelmiştir, cebini doldurmak için değil, ahmakça kararlar alıp keyfice uygulamak için değil! Ahlak var burada, ahlak! Bak da bir şey öğren! Dünyanın bütün ilkel ülkeleri! Buraya bakın da bir şey öğrenin!

İsviçreliler akıllı demiştik: 2011 Fukuşima Nükleer felaketinden sonra İsviçre 2034 yılına kadar bütün nükleer reaktörlerini durdurma kararı almıştır! Doğru karar alma konusunda başarılı bir ülke çünkü aklın ve mantığın egemen olduğu bir ülke burası! 26 kantonluk bu federal cumhuriyet dünyadaki öteki ülkelere güzel bir örnek ve güzel bir hedef teşkil eder! Pek çok uluslararası kuruluşun yönetim yeridir İsviçre. Kızılhaç bu ülkededir, Dünya Sağlık Örgütü, Uluslararası Çalışma Örgütü ve benzeri onlarca örgüt merkezi vardır.

13 günlük seyahatimiz boyunca ana kalış yerimiz Zürih şehriydi; Bahnhofstrasse denilen İstasyon Caddesine oldukça yakın bir yerde kaldık; merkeze inmek yürüyerek sadece 10 dakikaydı. 372 bin nüfuslu, zekânın, aklın, mantığın, sanatın, kibarlığın ve estetiğin hâkim olduğu harika bir kenttir burası. Çok eski zamanlarda Linth nehrinin önü kapanmış ve 42 kilometrelik Zürih gölü oluşmuştur ve kent de bu gölün Limmat nehriyle buluştuğu yerdedir. Şehrin içinde görülen tertemiz nehir Limmat nehridir. Bu nehirde yüzebilirsiniz! Nehirlerin üzerleri örtülmemiştir! Ankara’nın Dereleri isimli yazımda Ankara’nın derelerinin nasıl da bilgisizce örtülüp yok edildiğini yazmıştım! Şimdi bu derelerde Ankara halkı yüzüyor olabilirdi! Akıl her şeyi başarır; aptallık ise her şeyi berbat eder! Güzeli, değerliyi korumanın tek yolu sağlam bir akla sahip olmaktır, bilimci bir zihne sahip olmaktır. Zürih’in içinden tertemiz nehir akıyor ve bu bir tesadüf değildir! Ayrıntıcı zeki zihnin başarısıdır!

Dünyada yaşam kalitesinin en yüksek olduğu bu kente dair gözlemlerime başlayacağım şimdi. Zürih havaalanı Kloten (Flughafen) eski haline göre oldukça büyümüş. Şehirden sadece 13 km uzaklıktadır ve buradan tramvayla bile şehre geçilebilmektedir, ancak trenler daha hızlı varır merkez istasyona. Yine de tramvayı tercih etmek daha güzeldir!

Romalıların Turicum dedikleri bu şehirde bir zamanlar Albert Einstein, James Joyce, Vladimir Lenin ve Thomas Mann gibi önemli isimler ikamet etmişlerdir. Bu isimlerden James Joyce’un mezarını görmemek olmazdı elbette ve Zürih’teki ilk günlerimizde Zürichberg dağındaki ünlü Fluntern (Friedhof Fluntern) mezarlığına gittik. 6 No’lu Tramvay gider bu enfes mezarlığa. Tramvayın önünde Zoo (Hayvanat Bahçesi) yazar; küçük çocuklar pek çoktur bu yolculukta, Zürih’in sessizliğine en çok bu küçükler darbe vururlar! Zürih Üniversitesi’nin önünden geçip yukarı doğru tırmanır tramvay ve 612 rakıma kadar çıkar.

Mezarlığa köpeklerin girişi yasaktır; hemen ön tarafta köpek bağlama yerleri yapılmıştır. Mezarlıkta mükemmel heykeller vardır. Taşların işçilikleri, yanan mumlar, taze çiçekler, bütün bunlar size sanki mezarlıkta değil de hoş bir mekânda dolaşıyormuşsunuz hissini verir ve insan gerilmez, rahatlar! Zürih’e her gelişimde bu mezarlığı ziyaret ettim ve orada uzun zaman geçirdim. Düşünmek için önemli bir mekân!

İsviçre pek çok ünlünün de gömülü olduğu bir ülkedir. Charlie Chaplin, Peter Ustinov, Erasmus, James Joyce, Jorge Louis Borges, Richard Burton, Heidi’nin yazarı Johanna Spiri vs. Bu mezarlık Zürih Hayvanat Bahçesi’ne ve futbolun dünyadaki en üst yönetim merkezi FİFA’ya da oldukça yakındır. FİFA’nın olduğu cadde – ki ismi FİFA caddesidir – pek sakindir; kırmızı meyveli ağaçlar kuşlarla doludur. Şehrin merkezinden tramvaya binip 20 dakika içerisinde 150 metre yukarı rakımdaki ormanlık yürüme alanlarına ulaşmak bu kentin bir akıl kenti olduğunu fazlasıyla ispatlar. Zürichberg dağı ya da tepesinin olduğu yerde meteorolojik gözlem istasyonları da vardır.

İsterseniz merkez istasyondan trene binip yine kısa bir sürede 869 rakımlarındaki Uetliberg dağına çıkabilirsiniz ve orada bütün Zürih ayaklar altına serilir. 186 metrelik Uetliberg TV kulesi de buradadır. İsteyenler merdivenlerle demirden yapılmış seyir tepeye kadar çıkabilirler! Trenler 650 rakımdaki Uetliberg istasyonuna kadar gelirler ve geriye kalan kısım da yürünerek çıkılır. Biz buraya giderken anaokulu çocukları da muhtemelen ormanda dolaştırılmak için trendeydiler; uslu bir şekilde oturmuşlardı ve gayet donanımlı kış kıyafetleri vardı! Yarım saatte pek çok orman içi yürüyüş yolunun olduğu bu bölgeye gelmek Zürihliler için bir nimettir ve bizler için de! Oraya her kim gider ve orayı severse o da Zürihli olur artık ve biz de Zürihliyiz artık! Doğayı mı özledin, atla trene, gel burada yürü! Bir köyden başka bir köye git; yürüyüş yolları levhalandırılmıştır her yerde.

İsviçrelilerin akıllı olduklarının en iyi kanıtlarından biri de tramvaylardır. Bizdeki birkaç hatlı uyduruk tramvaylardan bahsetmiyorum, bütün kente hâkim olmuş çok kapsamlı bir tramvay ağından bahsediyorum. Bern’den Zürih’e gelirken “medeniyete dönüyoruz,” şeklinde bir espri yapmıştım ama her esprinin içinde bir gerçek saklıdır çünkü Zürih’in ulaşım ağı daha iyidir! Bu kentte kaybolmak imkânsızdır çünkü nereye gitseniz oradan bir tramvaya binilebilir. 1882 yılında ilk tramvay hizmete girmiş, atların çektiği bir tramvay! Metro gibi yeraltından giden sağlıksız bir şey değil tramvaylar, son derece sağlıklı, panoramik ulaşım araçları. Atatürk doğduktan 13 yıl sonra bu kentte elektrikli tramvaylar başlamış. Bunlar ulaşım için muhteşem araçlar ve hangi kentte böylesine yoğun tramvay ulaşımı varsa o kent zeki bir kenttir!

İsviçreliler akıllı diyorum durmadan, işte bir sebep daha: Metro olayı referandumda 1962 yılında, 1973 yılında reddedilmiş! İsviçreliler yeraltı ulaşımına hayır demişler çünkü yer üstünde manzara seyrederek gitmek varken fare gibi yeraltına inmeye, karanlık tünellerde sürünmeye ne gerek var? İşte akıl bu! Darısı dünyadaki bütün kentlerin başına! Dileyenler Zürih Tramvay Müzesi’ni gezerek bu büyülü araçların tarihi gelişimlerini görebilirler. Bizim ülkemizde ya da dünyada başka pek çok kentte 2 tane tramvay hattını bile şehre yapamayacak kadar yetenek ve vizyon yoksunu belediye başkanları var! 2 taneyi bıraktık, 1 tane hat yap!

Bizim gittiğimiz zamanlar Zürih’in en canlı zamanlarıydı çünkü Noel yaklaşıyordu, 25 Aralık heyecanı vardı. Gittiğimiz bütün kiliselerde İsa’nın doğumunun kutlanması için konser çalışmaları, süslemeler yapılıyordu, kiliseye yardımlar toplanıyordu; mumların kokuları kentin her yerine sinmişti. Kutsallıktan ziyade sevimli bir atmosfer vardı.

Zürih’te hava müthiş ılımandı, Aralık ayı olmasına rağmen muhtemelen Küresel Isınmanın da etkisiyle olağanüstü bir ılımanlık yaşanmaktaydı. Tramvayla gezerken ilk dikkat çeken şeylerden biri de evlerin harika mimarileri ve her evin ötekinden farklı olacak bir şekilde yapılmış olmasıydı. Sanatsal mimari şahsiyetli evler yaratmıştı; ev bir kez sağlam yapılmıştı ve artık o ev belki bin yıl belki iki bin yıl orada sapasağlam duracaktı! Binaları sanatsız bir kent, tüysüz bir tavus kuşudur ancak!

Tramvaylar dakikalar, saniyeler içinde geliyor ve ineceklerin hepsi inmeden hiç kimse binmiyordu! Herkes inmeden içeri hücum etmek ancak az gelişmiş zihniyetlerin davranışıydı. Tramvayda giderken herkesin işiyle ilgilendiğini, öyle pek fazla başkalarını süzen, karşısındakini inceleyen insanlar olmadığını, meraklı gözlerin azlığını görebiliyorduk. Kentin her yerindeki evlerin pencerelerinin çoğunda perdeler açıktı! Bu da insanların kendi işleriyle ilgilendiklerinin bir başka ispatıydı! Perdeler açık ama bakan yok! Evlerin bu açık perdeli halleri bana Alfred Hitchcock’un Arka Pencere filmini hatırlatıyordu; orada da bir apartmanın perdelerinin tamamı açıktı ve bana pek gerçekçi gelmemişti o zamanlar! Hâlbuki Zürih’te bu tür evler ve apartmanlar sıkça gördüm.

Dışarıda sık aralıklarla müthiş çeşmeler görüyorduk. Zürih, susadığınızda hemen markete koşmanızı gerektirmeyen bir şehirdir çünkü her yer çeşmelerle dolu. 1200 tane içilebilir çeşmesiyle Zürih dünyada en çok çeşmesi olan kenttir! Akıl! Buna akıl diyoruz! Bunları akıl yapıyor, iyi eğitim yapıyor, ayrıntılı düşünmek yapıyor! Bunu yapamayanlar yapamıyorlar çünkü yetersizler, kapasiteleri ve vizyonları yok! İsviçre aklı bize çok uyuyor, yapılması gerekenleri yapıyorlar! Çeşmeler de öyle sıradan çeşmeler değil, her biri bir sanat parçası! Evet, bu kenti övüyorum, aklı övelim! Aptallık bunaltır, akıl ise övdürür! Nerede akıl görürsen öv, sen de onu izle, onun yaptığını yap, daha iyisini yap!

Avrupa’da başka kentlerde özellikle Fransa’da gördüğüm köpek vs pisliklerine burada rastlanmıyor. Sokaklardan eve gelince neredeyse ayakkabıları çıkarmak gerekmeyebiliyor! Bizdeki araba yıkama yerlerine gidin, her arabadan en az bir kilo çamur çıkar; 2 araç yıkanınca görevli gelip yıkama alanını temizlemek zorundadır çünkü yerler çamur içinde kalmıştır!

Kaldırımlar oldukça yüzeysel, bizdeki gibi gökdelen kaldırımlar yok! Bahnhofstrasse dünyanın en pahalı ve en prestijli bulvarlarından biridir ve belki de en pahalısıdır. Bahnhofplatz denilen merkez tren istasyonundan başlar, Bürkliplatz’da, gölün bulunduğu yerde sona erer. 1.5 kilometre uzunluğundadır. İsviçre banka kasaları da bu meşhur caddenin altındadır! Akşam iş çıkışlarında cadde müthiş canlanır, her yer insan dolar; geceleri Noel Baba kılığındaki sürücülerin sürdükleri tek vagonlu Jelmoli reklamlı eğlence tramvayları geçer, nostaljik bir görünüm alır bu muhteşem cadde! Jelmoli, Manor, Globus gibi alışveriş yerlerinde adım atılmaz! Çikolatacılar dolar taşar. Noel canlılığı bu sakin kentin en neşeli zamanlarıdır!

İsviçreli işadamı Daniel Peter sütlü çikolatayı bulan kişidir. 1857 yılında başlayan bu çikolata yapımı sürecine tanıdık bir isim de katılır: Henri Nestle! 1875 yılında çikolata piyasaya sürülür! Bu iki isim Nestle şirketini kurmuşlardır. Lindt, Toblerone, Sprüngli, Milka… Köklülük önemli bir şeydir. Bu çikolata firmalarından Sprüngli 1845’lere kadar iner. Tecrübe, kaliteyi belirlemede önemli bir faktördür! İstasyon Caddesi Bahnhofstrasse’de ilerlerken solda Laderach isimli çikolata dükkânı özellikle akşam saatlerinde dolar taşar. Yaygın bir çikolata kültürü vardır, bizdeki baklava gibi! Kiloyla çikolata alanlar vardır!

Zürih HB, Zürih Hauptbahnof’un kısaltılmış halidir, Zürih Merkez istasyonudur. Buranın 1871 yılında bir fotoğrafı var. Neredeyse 150 yıla yakın bir zaman öncesine ait harika bir tren istasyonu! Şimdi o binanın önünde Richard Kissling’in yaptığı Alfred Escher heykeli vardır ve bir de çeşme. Alfred Escher İsviçre Demiryollarının gelişmesinde önemli rol oynamış bir siyasetçidir, yani heykel doğru yere konmuştur, doğru kişi tarafından yapılmıştır!

Tramvaylar, insanlar, arabalar hepsi iç içedir ve pek bir çakışma, çatışma yoktur; genel bir uyum vardır, elbette zaman zaman kazalar olduğu da aşikârdır. İsviçre bir kurallar ülkesidir, bir kanun ülkesidir! Vatandaşlar da bizzat polis gibi kanunları ve kuralları izler, takip ederler, uymayanları şikâyet ederler! Biz oradayken ünlü bulvarın kenarlarında Noel Pazarları da kurulmuştu. Noel çiçeği ve sıcak şarap bu pazarların vazgeçilmezlerindendir. Kalabalık olduğu için zaman zaman burada özellikle yabancıların yaptığı hırsızlık olayları olmaktadır ki bir tanesine de biz tanık olmuştuk. Vatandaşlar hırsızı çabucak organize olup yakalamışlardı!

Zürcher Christkindlimarkt tren istasyonundaki büyük Noel pazarıdır.  Tren garının içinde market kurulur ve bir de dev bir Noel ağacı vardır. Bu Noel pazarı 24 Aralık gününe kadar kalır. Zürih Tren İstasyonu Haupbahnhof’un ortasındaki Swarovski kristal Noel Ağacı ışıl ışıl parıldar, etrafında binlerce flaş patlar, turistlerin flaşları, Zürihlilerin flaşları…

Bahnhofstrasse’den Lindenhof’a geçilebilir. Lindenhof Ihlamur Ağacı demektir ve Zürih’te Roma kalesinin olduğu yerdir; oraya biraz dikçe sayılabilecek merdivenlerden çıkılır. Roma dönemi surları üzerinde inşa edilmiş seyirlik bir terastır burası. Güvercinleri çeşmeden su içerken görüntülemek ya da uzaktan karlı Alpleri izlemek pek keyiflidir; bu çeşme 1292 yılında şehri Habsburg kuşatmasından kurtaran Zürihli kadınların anısını canlı tutmak için yapılmıştır. Ayrıca Limmat rıhtımı da izlenebilir.

Sokaklarda sıkça kestanecilere rastlanır. Tramvaya binip biraz merkezden uzaklaşınca sakinlik hemen tavan yapar! Mesela Zollikerstrasse’ye gidin müthiş sessizdir; Gemeindehaus denilen belediye binaları sanki kapalılarmış gibi sakince dururlar. Yaya geçitlerine gelince sürücüyle göz teması kurulduğu anda sürücü durur; duracağından emin bir şekilde insan adımını yaya geçidine huzur içinde atar!

Zürih’te dilenciye pek rastlamadık; evsiz veya alkolik diyebileceğimiz tek tük birkaç kişi görebildik, ancak onların daha fazla görülebildiği semtler de var. Zürih’in eski ve dar sokaklarında dolaşmanın en harika yanı çok güzel kapılar görmenizdir! Şık kapıların olduğu kenttir Zürih. Oyma ahşaptan yapılma kapılar, enfes demir kapılar… Burada rahatlıkla kapı fotoğraflarından oluşan muhteşem bir albüm hazırlanabilir! Ayrıca pencerelerin renkli panjurları da bir albüm konusu olabilir, özellikle çiçekli ve panjurlu pencereler müthiş estetik bir görüntüye sahiptirler! Çıkma balkonlar da ayrı bir güzellik. Zürih bir güzellikler şehri, sevimli ve şirin; kesinlikle akıllı insanların yaşayacağı ve yaşamak isteyeceği bir kenttir! Küçük barların içerlerinde insanlar alkollerini, portakal sularını huzur içinde yudumluyorlar; kiliselerin çanları çalıyor, korna sesleri duyulmuyor çünkü kornalar çalınmıyor! Ne kadar gelişirsen o kadar sessizleşirsin! Unutma bunu!

Gittiğimiz bütün ana kiliseler açıktı. Yorgunsanız içeri girip sakin ortamda dinlenebiliyorsunuz. Goethe Caddesi gibi değerli üstatların isimlerini sokaklarda görüp seviniyorsunuz. Zaman zaman güneş parıldıyor, çeşmelerin suları ışıl ışıl yanıyor. Kentin havası çok temiz. Musluk suları rahatça içiliyor. Zürih gölünün martıları uçarken bu kentin denize ihtiyacı yok diyoruz. Burada müstehcen heykel denilen ahmakça bir tanımlama yok! Heykel çıplak olsun; çıplak taş heykelden rahatsız olacak kadar sapık zihniyet, geri kalmış kafa yapısı yok! Sanatı görüyor insan bakınca orada! Sanatçının emeğine saygı var o ülkede, o yüzden o ülke yukarıda! Unutma bunu! Sanatçı özgür olacak, yoksa ülken aşağılara gider!

Migros ve Coop şeklinde 2 temel market var Zürih’te. İçki reyonları bizim marketlerin 10 katı uzunlukta! Trabzon hurmasından en egzotik meyvelere kadar zengin meyve reyonları mevcuttur burada. Altyapı çok iyi olduğu için kredi kartlarını takar takmaz işleme giriyor ve saniyeler içinde alışveriş gerçekleşiyor fakat tabii nüfus artsa belki orada da kredi kartları yavaş işleyebilir! Pazar günleri bu marketler kapalı olunca insanlar Haupbahnhof’a gidiyorlar, alt kattaki bütün dükkânlar açık. Geceleri saat 20.00’dan sonra şehir iyice sessizleşiyor. Düzeni ve sakinliği sevenler için ideal bir kent. Küçük dükkânlarında slogan levhalarını okumak da keyif veriyor ki bunlardan birkaçı şöyle: “Çalma! Hükümet rekabeti sevmez!” Ya da “Organize olmak için çok meşgulüm!” “Ev kuralları: 1- Anne patrondur. 2- 1. Maddeye bak!”

Bahnhof caddesinde bir de mavi bir otobüs durmaktadır ki o da emanetçidir! Ona Paecklibus deniyor; Noel alışveriş paketlerini aldınız, eliniz dolu, buraya bedava verip eşyanızı bırakıyorsunuz ve size bir numara veriyorlar!

Yolda yürürken en büyük keyiflerden biri de çeşme havuzlarındaki sonbahar yapraklarını izlemektir… Zürih’in önemli turistik mekânlarından biri de Grossmünster kilisesidir, bir Protestan kilisesidir. 4 büyük kiliseden biridir ve 1100 yıllarında yapımına başlanmıştır. En tepesine çıkan daracık, kıvrılmalı bir yürüyüş yolu vardır ve tepeden Zürih’in bütün yönlerine bakılabilir. Diğer önemli bir mekân da göl kenarındaki Ganimed heykelidir. Yunan mitolojisine göre Ganimed, Troya kralının oğludur ve olağanüstü bir güzelliğe sahiptir. Zeus kartal kılığına girer ve onu kaçırmak için gelir. Ve sonra Zeus bu delikanlıyı ölümsüz yapar. Heykeldeki kartalın hikâyesi işte budur! Bürkliplatz’daki heykelin arka tarafında Zürih gölü deniz gibi ötelere uzanır. Heykelin arka planında kalan Alpler karlı bakışlarıyla insanı büyüler.

Zürih Üniversitesi’ndeki Zooloji Müzesi de görülecek yerler arasındadır. Üniversite yakınlarında açık havada bir buz pateni kurulmuştur ve adeta dünya sadece mutluluktan ibaretmiş havası veren bir huzur havası vardır burada ve paten yapanların yüzlerinde! Limmatquai Bahnhof denilen ve üniversiteye çıkan çarklı trenin durağı da buradadır. O gece dolaşırken yüzlerce insanın koşu yaptıklarını, maraton tarzı bir yarışma olduğunu gördük. Geceleri The Singing Christmas Tree denen bir gösteri de vardı. Bu gösteride çocuklar Yılbaşı ağacının üzerinde şarkı söylüyorlardı, işlerini çok ciddiye almış olanlarını seyretmek ayrıca bir keyifti!

Zürih’e tepeden baktığımızda epeyce bir vinç görebiliyorduk; bunlar yeni binaların inşaatlarıydı. Çok fazla uzun binası olmayan bu şehir bunu korumakta da kararlı görünüyordu. Zaman zaman Uetliberg dağına sisler çöküyor, dağ tümden yok oluyordu. Zürih gölünün kuğularını ve ördeklerini besleyenler çoktu. Martılar için havaya ekmek atılıyor ve bu ekmekler de havadayken ustaca kapılıyorlardı. Zürih’in güzelliklerinden biri de gölde tekne turu almaktır: Kleinerundfahrt. Biz Bachtel isimli bir tekne aldık ve en az 1.5 saat kadar göl turu yaptık; evlerine tekneyle gidenler de vardı. Turistlerin çoğunlukta oldukları tekneye binmeden önce Migros’tan körili tavuk sandviç, ay çekirdekli simit, Evian ya da Vittel su veya portakal suyu alıp teknede yemek pek hoştu. Değişik duraklara uğruyor, kürekçileri selamlıyor, harika villaları seyrediyorduk. Tepelere kurulmuş kiliseler de çanlarıyla sanki tekneyi selamlıyorlardı. O kadar çok şey yedikten sonra bir de S. Pellecrino maden suyu içmek de iyi oluyordu!

Uzaklarda çikolata fabrikalarını, tombul martıları, sazlıklar içinde tahta kulübeleri görebiliyorduk. Teknenin arkasındaki İsviçre bayrağı durmadan dalgalanıyordu; bu ülkede tıpkı bizdeki gibi bayrak sevgisi oldukça yaygındı. Tekne gezisini tavsiye ediyorum! Yeniden sokaklara döndüğümüzde pek çok evin penceresine asılı Noel Baba mankenleri görüyorduk, gizlice hediyeleri eve çıkarıyordu Noel Baba! Zürih’teki güzel kiliselerden biri de Enge kilisesidir ya da Kirche Enge! Bu protestan kilisesinin yapımına 1892 yıllarında başlanmıştı. Tepede kurulu bu kilisenin içi sessizdi ve hiç kimse yoktu; buralarda iyi düşünülür, iyi felsefe yapılırdı! Pencere vitraylarındaki resimleri incelemek insanı başka bir dünyaya götürüyordu. Böyle sessiz yerler birer sığınaktırlar; düşünen insanların sığınakları!

Zürih’te dikkatimi çeken şeylerden biri de köprü demirlerindeki kilitlerdi ki başka şehirlerde de yaygınlaşmaktadır bunlar. Bunlara Love Lock deniyor, Aşk Kilitleri. Elbette yerel otoriteler bu tip şeyleri sevmeyebilirler, çünkü bunlar çoğalınca tıpkı çaput bağlanmış ağaçlar gibi her yeri kaplıyorlardı ve paslandıklarında çirkin bir görüntü oluşturuyorlardı!

Zürih denince akla gelen en önemli mekânlardan biri de Universitat Zurich’ti! 12 Nobelli Zürih Üniversitesi! 25 bin öğrencili bu üniversite İsviçre’deki en büyük üniversite. Başka bir özelliği ise Avrupa’daki ilk devlet üniversitesi olmasıdır. 1833 yılında kurulmuş bu üniversitenin merkez binasını gezme olanağı bulduk. İçeri özgürce girilebiliyor ve hatta derse bile girseniz kimse size ne işiniz var burada demiyor! Zaten üniversite demek bilim ve özgürlük demek! Her ikisi de yoksa zaten orası sadece binadır, üniversite değildir, bizde böyle binalar çok! Yoksa çok değil mi diyorsun? Ciddi ol!

Merkez binanın çok ferah bir avlusu var; heykeller, resimler, müze görünümünde hoş bir yerleşke. Üniversite içinde dolaşırken görkemli bir salon gördük, kapı açıktı, içeri daldık. Burası 19 Eylül 1946 yılında Sör Winston Churchill’in Zürih Üniversitesine gelerek konuşma yaptığı salondu. Bir üniversiteyi üniversite yapan en önemli unsurlardan biri binalarıdır ve bu açıdan Cambridge, Oxford ya da Zürih Üniversitesi gibi üniversiteler çok şanslıdırlar.

Üniversiteden çıkıp çatısı yosun tutmuş evleri, sokak aralarındaki şirin antikacıları, gizemli dövme dükkânlarını, antika kitapçılarını, daracık sokakları, terzi dükkânlarını geçerek Limmat rıhtımına geldik.  Kesilmiş yılbaşı ağaçları İsviçre’ye yakışmıyordu ancak bunlar ağaç kökten kesilerek değil sadece tepeden kesilerek satışa sunulmuşlardı fakat bu alışkanlıktan da vazgeçmek gerek! Gelişmek ve daha da gelişmek gerek!

Zürih Opera binası önündeki meydan pek kalabalıktı. Göl kenarına inildiğinde burada çok uzun bir yürüyüş parkuru vardır ve spor için çok uygundur. Yol boyunca müzelere rastlanır. Bunlardan biri de Johann Jacobs Museum’dur. Şehrin içinde yürürken aşağılara inen merdivenler görürsünüz, bunlar nehir kenarına inerler ve nehir boyunca yürünebilir. Küçücük barajlar ya da su setleri vardır. Ördekler bu tertemiz suda yaşamaktan mutludurlar. Bu kenti ve bütün güzel kentleri yürüyerek gezmek gerek çünkü karşınıza her an bir sürpriz çıkar, mesela aniden bir botanik bahçesi beliriverir ya da tarihi bir heykel, tıpkı Conrad Gesner’in heykeli gibi! Gesner Zürih’te hekimlik ve doğabilim profesörüydü, önemli eserler bıraktı ardında! Yürürsünüz yürürsünüz sonra aniden Herzbaracke Tiyatrosu çıkar önünüze, bir tekne tiyatrosudur bu, binası teknenin kendisidir!

Zürih’i gezmenin iki yolu vardır: Günlük tramvay bileti alırsınız, 24 saat geçerlidir ya da yürürsünüz ki en güzeli bu ikincidir! Yürüyün, Fraumünster kilisesine yürüyün, Avrupa’nın en büyük saatini görmek için St Peter kilisesine yürüyün, oyuncak mağazalarına girin, merkez istasyon HauptBahhnhof’taki Nordsee’de balık yiyin, alışveriş merkezi Manor’un en üst katında makarna yiyin, brokoli yiyin! Köprülerden geçin, kedi bulursanız sevin çünkü kedi pek bulunmamaktadır, sahipsiz kediler ya da sahipsiz köpekler!

Değerli okuyucu için Zürih’e giriş şeklinde kısa sayılabilecek bu yazıyı kaleme aldım. Gezilecek yerler vardır, eğlenilecek yerler vardır, şöyle bir uğranacak yerler vardır ve bir de yaşanacak yerler vardır! Zürih yaşanılacak bir yerdir hem de güzel yaşanılacak uygar bir yer! İsviçrelileri tebrik ediyorum, kutluyorum! Akıl var bu kentte! Aklı övelim, akılsızlığı yerelim!

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations

038

2014 yılının son ayına girmek üzereyiz; aslında bütün yılların son aylarına girmek üzereyiz, işte öyle hızlıdır zaman denen bu meret! İşte o yüzden zaman diye bir şey yoktur dersek pek de yanlış olmaz! Şimdi vardır, şimdi yoktur; görünür ve yok olur!

Bu haftaki etkinliğimi Ergün Erdem hocanın Yeni Rota grubuyla yaptım. Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi Bolu bölgesini, o coğrafyanın doğal güzelliklerini Pazar günü en çok ziyaret eden gruptur Yeni Rota. Cumartesi günleri de yine sıklıkla bu bölgeye daha hafif bir yürüyüş içeren (ama rotaya göre 15 km’yi de bulabilen) güzel fotoğraf gezileri de düzenlemektedir.

https://www.facebook.com/yenirota?fref=ts

http://yenirota.com/gezi.html

Bugün 30 Kasım, yılın 335. günü. Bugün aynı zamanda üstat Oscar Wild’ın ölüm yıldönümü. Tam 114 yıl önce üstat Paris’te yaşamını yitirmişti. Şimdi ondan birkaç sözle yazıma resmi olarak başlayacağım: “Akıp giden bir bataklığın içindeyiz hepimiz ama yıldızlara bakıyor bazılarımız.” Bu önemli bir sözdür; hepimiz aynı bataklıktayız, fakat yıldızlara bakanın bir avantajı vardır, çünkü orada gördüğü güzelliklere ulaşma hırsına sahiptir yıldıza bakanlar! Bir kurbağa bile çamura değil de yıldızlara bakıyorsa öteki kurbağalardan farklı hale gelir muhakkak! Ve üstat yine şu güzel sözü söylemiştir: “Eğer bir insan bir kitabı okuduktan sonra onu tekrar okumaktan zevk almıyorsa, o kitabı okumuş olmasının bile hiçbir değeri yoktur.” Son bir söz daha vereyim ondan: “Herkes benim düşünceme katılırsa yanılmış olmaktan korkarım.”

Etkinliğin fotoğrafları aşağıdaki linkten görülebilir:

https://picasaweb.google.com/103700556243469155685/YeniRotaKorogluDagTransNewRouteKorogluMountainsTransBoluTurkey#

Bugünkü “Yeni” rotamız bir trans rotasıydı. Yarın için Bolu hava durumu AccuWeather.com sitesinde 6 derece yağmurlu görünüyordu; Dörtdivan bir iki derece daha düşüktü, 4 civarları; yürüyüş yaptığımız yerlerin yüksek irtifasında eksileri görecektik.

Köroğlu Dağlarının en yüksek tepesi Köroğlu Tepesi’dir ve 2400 metredir. Kışın her dağ ekstradan ciddi olduğu için Köroğlu da bir istisna olmadı. Bugün sabah 11 civarlarında yürüyüşe başladık. Yağmur vardı, yükseldikçe sulu kara dönüştü ve daha yüksek irtifalarda, 2200’lerde ciddi kar yağmaktaydı. Aşağıda yağan ince yağmur yukarıda ince tipi şeklindeydi ve yüze çarpınca kuvvetli rüzgârla birlikte yüzü acıtıyordu ya da pozitif düşünceyle söylemek gerekirse yüze masaj yapıyordu! Yanağımıza çarpıp yüzümüzden sekerek yere düşüyorlardı, tıpkı bir oyun gibiydi!

Bölgeye değişik yerlerden ulaşılabilmektedir: Eski yoldan Kızılcahamam üzerinden Gerede’ye gelmeden Kartalkaya yazan yere dönülür. Oradan da Dörtdivan’a gelinir. Dörtdivan oldukça sessizdi, yağmurdan dolayı insanların çoğu evlerindeydiler, muhtemelen dizi seyrediyorlardı! Toplumumuz bir dizi ve haber toplumu olmuş, bilgiden eser yok! Bilgi toplumu olmadan, yüz yıl geçse bile gelişmiş bir ülke olamayız; “az gelişmiş” ya da onun kibarca söylenmiş hali olan “gelişmekte olan ülke” konumunda durağan bir biçimde kalırız!

Dörtdivan’dan sonra Dülger, Çalköy, Cemaller, Yağbaşlar ve Tekkedere’ye gidilir. Biz bu son köyün yaylasına yakın bir yerlerde, 1650 rakımlarda inip buradan Tembel yaylasına gidecektik. 1300 rakımlı Tekkedere’yi geçerek Dörtdivan Kartalkaya yolundan ilerledik ve ileride sola saparak yükseldik. Araçtan indiğimiz yer 1650 rakımlardaydı. Hemen karşımızda Tekkeköy yaylasının ahşap evleri karlarla yeşillerin karışımı bir ortamda hoş bir şekilde duruyorlardı. Hava tertemizdi. Şehirlerden her fırsatta kaçmak gerek! Araçtan 10.53’te indik; kaptan Apo’ya iyi dinlenmeler diledik. Grup oldukça kalabalıktı, 2 araçla gelinmişti.

Akşam araca dönüş saatimiz olan 19.03’e dek hiç durmadan yağmur ve onun üst model versiyonları olan sulu kar, kar, tipi vs. aralıksız yağdı. Önce kuruyduk, sonra ıslandık, yaş olduk! Pahalı malzemeler de ancak bir dereceye kadar kuru tutabildi bizi!

İlk temel hedefimiz 2000 metrelerdeki Tembel yaylasıydı. 2053 rakımlı Tembel tepe de oradaydı. Koray hocanın saati 1595 rakım gösteriyordu. Sabah 11’de yürüyüş başladı. ADKK gibi değişik gruplardan tanıdığım tecrübeli, yıllardır yürüyen yürüyüşçüler de vardı.

Tembel yaylasına gelmek için Çalışkan olmak gerekiyordu, yani hızlı ulaşmalıydık oraya çünkü kışın erken kararan havayı dikkate almalıydık. Tembel yayladan sonra sırta uzanıp oradan da Köroğlu zirve yapacaktık. Zirve sonrası ise güney batıda duran derin vadiye inişe geçecektik. Bu vadi doğrudan Çökeler köyüne iner. Bu vadiye inmek önemlidir çünkü o vadide orman yolu vardır. Orman yoluna girdiniz mi artık karanlık da olsa kafa lambanızla daha rahat ilerlersiniz, 3 saat bile kalsa aracınıza fark etmez, yürürsünüz güzel orman yolunda. Kafa lambası kullanmadan, gözü alıştırarak yürümek ise daha doğru olur.

Zirvenin Güney doğusunda da derince bir vadi vardır orası da sizi Kıbrısçık’a götürür. Biz bugün toplam olarak 24 km civarında karlı bir yürüyüş bekliyorduk ki yaklaşık 24-25 km civarında yürüdük. Planımız buydu; dağın kuzey batısından güney batısına trans yapacaktık. Fakat ciddi hava muhalefeti nedeniyle zirveyi pas geçtik. Tembel yayladan sırta çıktık; yatay geçiş yapıp boğaza geldik. 2200 metrelerdeydik ve halen 200 metrelik bir çıkış vardı; tipiye, şiddetli rüzgâra rağmen zirveyi zorlasak hava henüz zirvedeyken kararacaktı ve Ergün hoca doğru bir kararla zirveyi pas geçti. Çünkü zirve hep orada; oraya her zaman gidilip zirve yapılabilirdi!

Zirveyi pas geçince, zirveden aşağıya ineceğimiz vadi yerine bir yukarıdaki vadiye indik. Yol biraz daha uzadı ama orman yoluydu ve inişti; 19 gibi yürüyüşü tamamlamıştık. Ben o yolu 2011 yılı DASK Anadolu Dağ Maratonu kampından hatırladım; güzel bir yoldu, yürünmeye değer bir yoldu.

Yürüyüşün başlarında Tanzanyalı İsa ile yine Tanzanya üzerine epey sohbet ettik. Şimdilerde oradaki 35 derecelik sıcakları andık. Pançosu rüzgârda uçtuğu için ve şapkası da uygun olduğu için bir fotoğrafta İsa Johnston McCulley’in hayali kahramanı Zorro’ya benzetildi, gerçek ve adalet için mücadele eden El Zorro! O artık yarı Türk yarı Tanzanyalı; hem bizi tanıyor, hem orayı, 2 kültürü de biliyor o yüzden bu onu daha bilge yapmış!

Malzemelerimizi yeniden gözden geçirmemize vesile olacak zorluca ama keyiflice bir yürüyüş oldu. Uzun süredir yağan yağmurdan dolayı orman yolları bile dere olmuştu. Sular tertemiz, pırıl pırıldı. Donmuş sarkıtlara rastlıyorduk. Kar miktarında artışlar başlamıştı. Demir Tepenin doğusundan ilerledik. Uzaklarda Kıbrısçık Deveören yaylasını (Ardalan yaylasını) gördük. Vahşi doğada mütevazı medeniyet görmek yine de sevindirici olabiliyordu! Kartalkaya da Ardalan yaylasının kuzey batısındaydı ama sisten görünmüyordu. Ardalan’ın hemen arkasındaki 2223’lik Resuldede zirvesi de görünmüyordu. Tembel’e doğru yol alıyorduk.

Reha hoca her zamanki gibi elinde telsiz önden ok gibi fırlayıp gitmişti. Yol ayrımlarına gelince telsizle Ergün hocayı arayıp rota soruyor sonra da gelenler tereddütte kalmasınlar diye gittiği yöne taş babaları koyuyordu. Tabii üst üste dizilmiş ve başka yönü gösteren öteki taş babaları varsa onları da yıkmak lazımdı! Araçta Reha hoca benim de sıklıkla yaptığım bir şeyi yapıyordu, mesela yağmur artıyorsa yağmurluğunu koyup pançoyu çıkarıyor veya tozluğu takıyor, kısacası araç durduğunda yürüyüşe hemen hazır konumda olmak istiyordu. Su takviyesi de yapıyordu.

2000 metrelerdeki Tembel yaylaya varmıştık. Ağaç mantarları görmüş, kuş seslerini dinlemiştik. Hava sertleşmişti. Elleri ıslananlar tekrar eldivenleri giymekte çok zorlandılar. Ben de ince ipek iç eldiven almamıştım ve her fotoğraf çekişte elim ıslandı sonra eldivene girmez oldu, eldiven devre dışı kaldı gibi oldu, parmakları sokmadan sadece elimi yumruk yapıp eldivene sokuyordum! Decathlon’dan aldığım el ısıtıcısı sol elimde başarılı olmuştu ancak sağ elimdekini ıslatınca ısı vermez oldu! Bunlar hepsi değerli tecrübelerdir; el ısıtıcıları kuru olmalıdır!

Kural 1: Ya elini ıslatmayacaksın, el ısıtıcıyı da eldivene atıp keyif yapacaksın ya da ince iç eldiven giyeceksin ya da eldiveni unuttuysan Ergün hocanın önerdiği metodu kullanıp elini koltuk altında, göğsünde ısıtacaksın! Kural 2: Kış yürüyüşlerine varsa 2 tane su geçirmez eldiven getirmek güzel olur, size lazım olmasa bile eli üşüyen birine verirsiniz. Kural 3: Yine bildiğimiz bir kuraldır bu; yağışlı yürüyüşlerde çantadaki her şeyi poşetlemek lazım ki sanırım Reha hoca öyle poşetlemişti. Benim çanta yağmurluğum vardı ama çanta içi yine ıslandı, o yüzden üşenmeden mesela eldiven varsa, balaklava varsa onları poşetlemek güzel olur. Kural 4: İster yaz, ister kış olsun, panço hep çantada duracak ki ben yağmurluk almıştım, panço gerekmez dedim, ama gerekir! Kural 5: Gore-tex bile olsa her malzeme bir süre sonra su geçiriyor o yüzden araçta mutlaka yedek çorap-kıyafet bırakmak lazım. Kural 6: Bende neredeyse her malzeme vardı, ama tipi gözlüğümü ya da kayak gözlüğümü çantanın en altına koymuştum, çıkarmak zor oldu! Malzemeyi akılcı yerleştirmek lazım! En gerekliler en kolay yerlere!

Bu kurallar böyle devam eder, ama hayat her zaman sizin karşınıza farklı bir durum çıkarır ki bu da hoştur, çünkü yaşam bir problem çözme yeridir! Karşınıza bir sorun çıkar ve siz panik yapmadan onu çözersiniz.

Mesela ben pantolonumun yanlış ipini çektim düğüm oldu! Ergün hoca 2197 metrede imdada yetişti. Eli donuyordu ama bir hamleyle ipi çözdü yoksa çiçek toplamak için farklı bir yöntem gerekecekti! Buradan da tekrar teşekkür edeyim, o düğüm baya zordu! Murphy yasaları şehirde olsun dağda olsun hep karşımıza çıkar. Araçta kafa lambam düşmüştü, olabilecek en olasız yere düştü! Ama Murphy yasalarını artık anladığımız için ben de en zor yere baktım, oradaydı! Bu etkinlikte bolca malzeme kaybedildi. Reha hocanın batonlar unutuldu ama kargoyla geri gelecekler. Maalesef numaralı gözlük kaybeden oldu. Eldiven düşürenler vs… Bu yürüyüşlerin fıtratında vardır bu, yani bazıları öyle der, öyle düşünür! Fıtratı biz yaratırız!

Tembel yaylada 2020 metreye geldiğimizde grupta açılmalar olmuştu, içerden terleyenler olmuştu. Herkes toplansın, içlik değiştirenler içlik değiştirsin denerek oradaki yayla evinin iplerinden birini çözdük ve içeri daldık. Yaban hayvanı olabilir diye de biraz gürültü yaparak dikkatlice açtık kapıyı. Güzel bir mola oldu; rüzgâr içeri giriyordu ama zayıflamış bir halde; içeride bir de kurumuş ama yine de capcanlı sarı bir çiçek de vardı. Rüzgâr müzik çalıyordu! Reha hoca da 2024 metredeki öteki eve dalmıştı. Ergün hoca artçılık yaparak geridekilerle beraber geldi. Hava daha da bozmuştu. Yayla evlerinde dinlendik ve ne yapılacağına yukarıda karar vermek üzere yola koyulduk.

Güneye dimdik yukarı vurup sırta ulaştık. Kar yarım metrelere yaklaşmıştı. Tipi vardı. Sis vardı. Tabii bunları yaşamanın keyfi de vardı, herhalde şehirde bunlar yaşanamazdı! Ergün hoca Boğaza kadar gidip orada karar alalım dedi, tamam mı devam mı kararı. Keldiş tepeyi doğudan yatay geçişle geçecektik. Boğaza gelecektik ve öyle de yaptık. Sis artmıştı, rüzgâra rağmen sisler pek de dağılmıyorlardı. Ya karşımızdaki Karlık tepeye de çıkıp oradan zirveye yönelecektik ya da aşağıya vadiye inişe geçecektik. Ergün hoca riskleri analiz etti ve inelim dedi! İyi bir karardı. Eller ve ayaklar çok üşümüştü, irtifa kaybı, ormana giriş pek hoş olacaktı, hava yumuşayacaktı.

Boğazdan aşağı indiğimizde bizim ilk planladığımız vadiye değil onun bir yukarısındaki vadiye inmiş olacaktık. Ama hayat da budur zaten! Bir satranç oyunudur! Bu oyunu profesyonelce, panik yapmadan oynamak gerek. Değişecek olan değiştirilir. Vadiye indiğimizde Kılkara yaylasının birkaç evini gece karanlığında siluet halinde görünceye dek daha önce buraya gelmiş olduğumu hatırlayamadım. Harika bir vadi; dev ağaçlar! Koyunlarını kaybetmiş ve hastalanmış bir çoban vardı bir zamanlar burada, şimdi hatırladım!

Rüzgâr ve yağmur nedeniyle öğle yemeğimizi yiyememiştik ve ta ki saat 19.05e kadar yiyemedik, tabii aralarda siyah üzüm meyve, dido, püskevit vs atıştırdık, cepte ne bulduysak.

Orman yoluna indiğimizde hava aydınlıktı henüz. Fakat en az 2-3 saatlik bir yürüyüş daha kalmıştı. Hava karardı. Reha hoca hava kararmadan önce ayı gördü, güzel bir gelişmeydi! Üzerindeki suları silkiniyormuş; herhalde dereden balık avlamaya çalışmıştı! Reha hoca ayı diye elini ona işaret edince ayı ormanda kaybolup gitmiş. Yaban hayvanları genel olarak insandan korkarlar, uzaktan görünce çekip giderler. Fakat Reha hocayı tebrik etmek gerek, ayı görmek her zaman mümkün olmuyor! Ayı görünce elinizi başınızın üzerinde sallayın derler ki ayı insan olduğumuzu anlasın!

Akşam 19’a kadar serbest sitilde, herkes kendi temposunda ilerledi, karanlıkta güzel bir yürüyüş oldu. Gökte hilal vardı ve bulutların arkasından bile yolu az da olsa aydınlatıyordu. Taşlar hayvanlara benziyor, kanat sesleri duyuluyordu; orman canlıydı, daha da canlanıyordu gece vakti. Soldan akan dere de coşmuştu. Bir beton köprüden geçince dere bir anda başka tarafa geçiyor ve insanı şaşırtıyordu! Çokça köprüden geçtik, gürül gürül akan dereyi dinledik! Aktıkça akıyordu. Örencik deresiydi bu.

Güzel bir etkinlik oldu. Zorlanmadan bir insanın kendisini geliştirmesi imkânsızdır! Zorluk yaşamaktan korkma! Ama hayati riskler doğduğunda da hemen geri adım at, çünkü yaşam güzel, çünkü yaşam değerli.

Bu yürüyüşte en çok kuru kalanlardan biri bendim fakat yine de North-Face su geçirmezin altındaki içlik nemliydi, belki sisler de etkili oldu. Cep telefonumun şarjı doluydu ama sis ve ıslaklık şarjı yiyip bitirdi, %20’lere düştü. Dağlarda tuşlu telefonlar dokunmatiklerden daha akılcıdır ki Ergün hocadaki tuşluydu! Islak elle dokunmatikler hiçbir işe yaramıyorlar! Yaşam bir okuldur; her gün bir şey öğren ve bir sonraki sefere yaşama biraz daha hazırlıklı ol! Ama çok da hazırlıklı olursan o zaman maceranın getirdiği bazı şeyleri de kaçırırsın! Hazırlan ama mükemmel bir şekilde de hazırlanma!

Dönüşte Beypazarı Ayaş üzerinden Ankara’ya geri döndük!

Etkinlikte emeği geçenlere teşekkür ederek yazımı bir müzikle sonlandırıyorum, bütün zamanların en güzel parçalarından: Cielito Lindo

https://www.youtube.com/watch?v=dx5cL_6z_cY

Ve bir de Kardeş Türküler, Oioi:

Mehmet Murat ildan

https://www.facebook.com/mehmetmuratildan.quotations